“Bilinir ki, sâbit hakikatler ilâhî ilimde sâbit olan ilâhî isimlerin sûretleri ve mazharlarıdır.”
Muhyiddin İbn Arabî‘nin (m.1165-1240) ünlü eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem‘i 1930 öncesi Türkçesine tercüme ve şerh eden merhum Ahmed Avni Konuk‘un (m.1868-1938) bu çalışmasını dört cilt olarak günümüz Türkçesiyle yayına hazırlayan Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın‘ın 2017 yılında yedinci baskısı yapılmış olan ikinci cildinden (s.64-65) yapacağım bazı alıntılar bu yazıyı oluşturacak. Alıntılarda bazı kelimelerin daha kolay anlaşılması için aynı anlama gelen karşılıkları verilecek. Yazının başlığı da ilk alıntıyı teşkil ediyor.
“İsimler ve ilâhî sıfatlar ise kadîm (öncesi olmayan) olan zât ile kâim (varlık bulan) ve onun aynıdır. Böylece sâbit hakikatler hakikat yönünden zâtın aynı olur. Zât ise bâkî, ezelî ve ebedîdir. Ve ona fenâ(yok olma) ve adem (yokluk) ârız olmadığı gibi varlığa getirme/var etme de söz konusu olmaz. Dolayısıyla sâbit hakikatlerin kabiliyetleri ilâhî isimlerin gerekleri olduğundan kılınmış/yaratılmış değildir. Oysa Hak Teâlâ hazretleri kabul edenleri ancak kabiliyetlerine göre icâd etti. Ve varlıkta ancak hakikatlerin verdikleri şey meydana geldi. Sâbit hakikatler ise ancak zâtlarının gerektirdiğini verdi. Ve zât bir şeyi ve onun zıddını gerektirmez. (…) Nitekim (s.a.v.) Efendimiz Hâdî isminin tam mazharı (zuhur yeri) olduğundan, ‘Beni gören beni görmüştür. Zira şeytan bana benzeyemez’ buyururlar. Çünkü şeytan Mudill isminin tam mazharı olduğundan bu ismin zıddı olan Hâdî ismini kabul edici değildir. (…) Yani Hak onların hepsine hidâyet etmeği ezelde dilemez ve ebedde dahi dilemez. (…) Şeyh (M.İ.Arabî) (r.a.) ‘Hiç diler mi?’ buyururlar. Yani ezelde cümlesinin hakikatleri hidâyeti talep etmediği halde, hiç onların hidâyetine ebedde ilâhî irade ilişir mi? Elbette ilişmez. Zira olmayacak bir şeydir ve muhaldir, demektir. (…)”
No Comments