“İmdi kıyâmet ol, kıyâmeti gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.”

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin (m.1165-1240) Fusûsu’l- Hikem adlı eserinin Tercüme ve Şerhi harf devrimi öncesi (m.1915-1928) merhum Ahmed Avni Konuk (m.1868-1938) tarafından Arapça’dan asıl harfleriyle olan son dönemindeki Türkçe’ye yapılmış ve günümüz Türkçesiyle yayına hazırlanması ve yayınlanması da Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın (1937-1995) tarafından dört cilt olarak gerçekleştirilmiştir.

Bu eserin dördüncü cildinin İlyâs Fassı’ndan teşbih ve tenzih üzerine edilmiş sözlerden yapacağım bazı alıntılamalardan oluşacak bu yazı. İlk alıntı da bu yazının başlığını teşkil eden, Mesnevî’den tercüme olduğu belirtilen bir ifade. (s. 28)

“Hak, aklî makam olan cenâb-ı İlyâs’da münezzeh (tenzih edilmiş) oldu. Çünkü Hz. İlyâs şehvetlerden soyutlanmış olup, soyut ruh olarak kaldı. Ve şehvetlerden soyutlanmış olan melekler, ruhlar ve akılların marifeti tenzih üzerine olduğundan onda da tenzih görünür oldu. Nitekim melekler ” ‘Biz seni hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken orada fesat çıkaracak, kan dökecek kimseyi mi halife kılıyorsun?’ demişlerdi.”(Bakara, 2/30) Ve tenzih ilahî marifetin yarısıdır. Zira akıl, soyut olarak kendi nefsiyle olduğunda ilimleri aklî nazarından alır. Bu sebeple de onun Allah Teala’ya marifeti teşbih üzerine değil tenzih üzerine olur. Nitekim nazarî akıllarına tâbi olan zâhir uleması da teşbihten ürküp tenzih ederler ve onların teşbihten zevkleri yoktur.

Ve Allah Teala ona marifeti tecelli ile verdiğinde, onun ilahî marifeti kamil olur. Dolayısıyla tenzih mevziinde hakiki tenzih ile tenzih eder, resmî tenzih ile değil.

Ve teşbih mevziinde de kendisinin müşahedesi ve keşfi üzerine teşbih eyler; zira Hakk’ın varlığının haricinde bir varlık ve suret müşahede etmez ki, Hakk’ı ondan tenzih etsin. Ve Hakk’ın varlığından başka bir varlık isbat etmez ki, vehmiyle Hakk’ı ona teşbih eylesin. (…)

İşte Hakk’ın kendi nefsini tenzih ve teşbih ettiği mevzilerde, bu kimsenin Hakkı tenzih ve teşbih etmesi öyle bir tam ve kâmil marifettir ki, Hak tarafından inzal edilmiş olan şeriat hükümleri bu marifeti getirmiştir.

Allah Teâlâ akla marifeti tecellî ile verdiğinde, artık o kendi nazarından kurtulup marifetin yarısı olan tenzih üzerine de teşbih üzerine de olmaz; belki ıtlâk (mutlak oluş) üzerine olur. Çünkü tecelli ile olan marifet, Hakk’ı kayıdlamaz ve sınırlamaz Dolayısıyla onun marifeti kemâlde olur. Şu halde bu akıl Hakk’ı tenzih mevziinde resmî tenzih ile değil, belki hakiki tenzih ile tenzih eder. Ve teşbih mevziinde de kendisinin müşahedesi ve keşfi üzerine teşbih eyler; zira Hakk’ın varlığının haricinde bir varlık ve sûret müşahede etmez ki, Hakk’ı ondan tenzih etsin. Ve Hakk’ın varlığından başka bir varlık isbat etmez ki, vehmiyle Hakk’ı ona teşbih eylesin. Hak kendi nefsini nerede tenzih ve teşbih etmiş ise, o da O’nu oralarda tenzih ve teşbih eder. O’nun tenzihi aklî nazarın verdiği resmî tenzih değil, tecellînin verdiği hakiki tenzihdir. Ve teşbihi de şuhudî(müşahedeye dayanan) ve keşfîdir. (…) Yani aklî nazara tâbi olan zâhir ehli ki vehmî potansiyel sahipleridir, onların cümlesi bu marifetle hükmederler; zîra vehim mutlak hakkında kayıdlama ve kayıdlanmış hakkında dahi mutlak oluşla hükmeder. Ve böylece mevcudun yokluğuna ve yokun da varlığına hükm eyler. Gerçi şeriat hükümleri tenzih ve teşbih üzerine gelmiştir; fakat bunlarda ifrat ve tefrit caiz değildir; belki tenzih içinde teşbih ve teşbih içinde de tenzih etmek lâzımdır. (…)” (alıntılar s.28-32 arası)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked