Basından seçtiğim yazılardan…

 

(…) Kutuplaşma, kimlik siyasetinin yaygınlaşması, medyanın uç görüşlere toplumsal temsillerinin fazlasıyla üzerinde görünürlük kazandırması ve tartışma konularını gündemde tutması, toplumsal fay hatlarının kitleleri kapsayacak biçimde genişlemesi benzeri nedenlerle küresel bir olgu boyutunu kazanmıştır.

Bu gelişmenin Türkiye’yi etkilemeyeceğini düşünmek gerçekçi değildir. Mesele kutuplaşmanın, siyasetimizin geleneksel şekli olan “cepheleşme”ye dönüşerek aşırı çatışmacı bir boyut kazanmasıdır. Bu şüphesiz önemli bir sorundur.
Üzerinde kutuplaşma kadar durulması gereken bir konu da siyaset dilinin “olumsuzluk vurgusu” taşımasıdır. Siyasal aktörlerin kendi olumlu yönlerinden ziyade rakiplerinin “olumsuz” yönlerini vurgulamalarının etkileri siyaset biliminin temel araştırma konularından birisi olmuştur.
(…)
Richard Lau, Lee Sigelman, Steven Finkel ve John Geer benzeri çok sayıda siyaset bilimci uzun yıllar süren ve geniş denek kitleleri üzerinde gerçekleştirdikleri araştırmalarla “olumsuzluk vurgulu” siyaset dilinin, katılım ve kurumlara duyulan güven üzerinde anlamlı bir etki yaratmadığını ortaya koymuşlardır. (…) Geer’e göre “olumsuz dil kullanımını önleme çabaları” demokrasiye “olumsuz dil kullanımı”ndan daha fazla zarar vermektedir. (…) (M. Şükrü Hanioğlu)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

Her zihniyet ve kültür gerek ontolojik, gerekse ilahi (vahyî) olarak kendisine mahsus bir ilme, öğreticiye, öğrenene, yazana ve okuyana dair bir bilgiyi içerir ki, mensupları da bu verili bilgilerin içinden geçerek ilgili nazariye ve uygulamalarını (edeplenişlerini) şekillendirirler.
Şeyh Muhyiddin (ks) Fütuhat-ı Mekkiye’sinde “Talim Hazinesi ve Muallimin Öğrenenden Üstünlüğünün Bilinmesi” ara başlığı altında bu hususları işlemiştir.
Bugünkü alıntımı, oradan seçerek yapacağım. Metnin tamamı Fütuhat’ın 13. cildinden (s. 262-266, Ekrem Demirli çevirisi) okunabilir:
“Bilmelisin ki, gerçekte öğreten ve muallim olan Allah’tır. Bütün alem bilgi alan ve ihtiyaç sahibi bir talebedir. (…)
Bilgiye zatı gereği sahip olmadan, öğrenerek bilgiyi kabul eden ilk varlık, ilk akıl’dır. İlk akıl Allah’tan bilgiyi almış, Allah da ona öğrendiklerini Levh-i mahfuz’a yazmasını emretmiştir. Allah Levh-i mahfuz’u kendisinden yaratmış ve onu Kalem diye isimlendirmiştir. Ona yazmayı emreden muallim karşısındaki edebin gereğiyle ‘Neyi yazacağım? Bana öğrettiklerini mi yazacağım? Yoksa bana yazdıracaklarını mı? demesi gerekir. Bu soru, talebenin muallim karşısındaki edebinin gereğidir. Başka bir ifadeyle muallim kendisine genel bir şey söylediğinde, onu açmasını istemelidir. Bunun üzerine muallim Hak, kendisine şöyle demiştir: ‘Olanları yaz, senin öğrenmiş olduklarını yaz, olacak olanlardan sana yazdıracaklarımı yaz. Bu benim kıyamete kadar yarattıklarım hakkındaki bilgimdir.’(Ömer Lekesiz)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

Modern dünyâ, zihinlerimizi “doğrusal” ilişki ve işleyişler ve “ayrımsal” kategorilerle donatıyor. “İnsanlar doğar, yaşar ve ölür” demek hayatın doğrusal olarak tanzimini imler. Diğer taraftan; çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk ve yaşlılık ayırımları, hayât denilen sürecin aşamalarını ortaya koyar. İlk bakışta sorun yok gözüküyor. Hâlbuki, bu geleneksel olarak böyle değildir. Bildik bir balad, “Ben doğarken ölmüşüm” diyor. Farklı kombinezonlarda yaşanan; meselâ hayâtın içindeki ölüm; ölümün içindeki hayât; ergenlik, gençlik, olgunluk ve yaşlılık içinde yaşanan çocuklukları modern zihniyet kabûl edemiyor. Birer ârıza olarak değerlendiriyor.
(…)
Nesneleşen çocuğu kurtarmak ve onu bir özne hâline getirmek isteyen “modern” bakışın ise iki açılımı olabilir. İlki çok mâsum gözüküyor: Buna göre çocuğu hayâta hazırlamak iddiası üzerinden insânî anlamda bir kalite artışı sağlanmak istenir. Bu, büyük ölçüde “çocuk yetiştirmek”, onların “iyi eğitim almasını“ ve “iyi yaşamasını sağlamak” üzerinden şekillenen bir orta sınıf ebeveyn ideolojisidir. Ama neresinden bakarsak bakalım, aslında çocukların rızası alınmadan onlara yüklenen ve “modernliğin içindeki paternalizm” olarak değerlendirebileceğimiz bir şeydir bu. Ve aslında Foucault’nun isâbetle ortaya koyduğu gibi, onların öznelleşmesini değil; bir “üretim” ağı için, “yetiştirilmek”, “ehlileştirilmek” “adam edilmek” gibi edilgenleştirici mekanizmalarla disipline edilmesini hedefler. (…)(Süleyman Seyfi Öğün)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

“Ne zaman yanıldığımızı farketsek, bir rahmet dokunuşuyla gaflet uykusundan uyandırılmış oluyoruz aslında. Ne büyük nimet! Hem gaflet uykusunda bir gedik, hem de hakikate doğru bir kapı açılmış oluyor önümüzde. Yeter ki bilelim bu uyanıklık nimetinin kadrini ve yeter ki atalım o kapıdan içeriye ilk şükür adımını. Malûm ki şükür, aczini kendine itiraf etmek ve kulluğunu bilmektir.
Dünyadan her istediğimizi daima âzamîsinden istiyor, ahiret için yapacaklarımızınsa hep asgarîsiyle yetiniyoruz. Dünya için her zaman hevesliyiz, ukbâ için hep mecbur… Allah’ın kullarına merhameti olmasa; ne bu terazi dengeye gelir, ne bu hesap tutar, ‘insan ziyanda’ mahsur kalır. (…)” (Gökhan Özcan)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked