“Zulüm kıyamet gününün zulmetleridir.” (hadîs-i şerîf)
Muhyiddin İbn Arabî‘nin ünlü eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem‘in Arapça aslından harf devrimi öncesi Türkçesine tercüme ve şerhini yapan (m.1915-1928) merhum Ahmed Avni Konuk‘un (m.1868-1938) bu çalışması günümüz Türkçesiyle Prof Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın (1937-1995) tarafından yayına hazırlanmış ve dört cilt olarak yayınlanmıştır.
Bu eserin Birinci Cildinin 7. Baskısından (2017) s.313-314’den biraz daha kolay okunur ve anlaşılır kılmak üzere bazı kelimeler yerine onların günümüzdeki karşılıklarını vererek ve gerektikçe açıklamaya başvurarak yapacağım alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı.
” ‘Zâlimîn’ ‘zulumât’tan türemedir. Nitekim (S.a.v.) Efendimizin, bu yazının başlığını oluşturmasını uygun bulduğum hadîs-i şerîfi ‘zulüm’ ve ‘zulmet’ kelimelerini içermektedir. İlki (zulüm) haksızlık demek iken ‘zulmet’ karanlık demektir. ‘Haksızlık’la ‘karanlık’ arasındaki uyum dikkat çekici olsa gerek.
İzâfî varlıklarını ve cismânî perdelerini inkâr edip Hakk’ın mutlak varlığında helâk olan Muhammedî zâlimler, arada nefisleri olmaksızın, Bâkî Hakk’ın vechini (zâtını / hakikatini) müşahede ettikleri için nefislerini bilmezler; zâtlarına vukufları olmaz; hakikatlerini açığa vurmazlar. Nitekim bu Muhammedîler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ mânâ olarak ‘Herbir şey hâliktir; ancak onun vechi hâlik değildir’ (Kasas, 28/88) buyurur.
Bu âyet-i kerîmede mânâ ‘Herbir şey hâliktir; ancak o şeyin vechi hâlik değildir’ olur. Ve bir şeyin ‘vech’i denildikte, onun ‘zâtı ve hakikati’ murâd olunur. Ve bu taayyünât-ı kesîre (belirmişler/ zuhûrat çokluğu) Hakk’ın mutlak varlığının kayıdlanmasından ibârettir. Dolayısıyla şeylerin hakikati Hakk’ın varlığıdır.
Bu durumda âyetin mânâsı şöyle olur: ‘Her şeyin belirmesi hâliktir (helâk olucudur). Ancak o şeyde müteayyin (belirmiş) olup onun hakikati bulunan mutlak vech hâlik değildir. Ve zamir (iç / bâtın /kâlb) Hakk’a döndükte ‘Herbir şey hâliktir (helâk olucu); ancak Hakk’ın vechi hâlik değildir.’ demek olur. Ve (mânâ olarak) ‘Zâlimlerin helâkinden başka bir şeyini artırma.’ (Nûh, 71/28) âyet-i kerîmesindeki ‘tebâr’ ‘helâk’ mânâsınadır.
Ve’l-hâsıl Muhammedî zâlimler Hakk’ın mutlak vechinde kendi vehmî enâniyetlerinden fânî olmuşlardır. Onlar ebeden Hakk’ın müşâhedesinde olup nefislerini bilmezler. Ve Nûh (a.s.)ın sırlarına vâkıf olmak isteyen kimseler, rûhen güneş felekine yükselsinler. Zira Nûhî Kelimeye ait hikmetler, maârif ve müşahedelerin sırları, ancak güneş felekinin rûhuna terakkî eden kimselere açılmış olur.
‘Yûh’ güneşin bir adıdır; o da cisimler âleminde harâret ve ışık kaynağı olan bir cisimdir. Ve akıllar âleminde cüz’î ruhların tümü ondan doğar. Ve beşerî yaratılışla ilgili mertebelerine ve insânî fıtratdan güneş felekine terakkî keşf iledir. Ve Cenâb-ı Şeyh (r.a.) güneş felekine terakkîyi ‘Tenezzülât-ı Mevsıliyye’ adlı kitaplarında tam vech üzere beyân buyurmuştur. Ve bu kitâbı Musul şehrinde, 55 bâb üzerine telif edip, onda ilimlerin ve hakikatlerin sırlarını toplamış ve özellikle bu güneş felekine yükselmeyi bu kitâbın 46. bâbında uzun uzadıya şerh etmiştir. (Bitti; hâzâ min fazli Rabbî).”
No Comments