Bilimsel, akademik veya popüler; sonuçta olan ne?
Günümüzde hâlâ 1960’lı yıllardan bu yana yaşadığımız bir açmaz (paradoks) varlığını sürdürüyor. “1960’lı yıllardan bu yana” dememin nedeni de o yılların, bizzat ülkemizde ve dünyada olup bitenleri, konuşulanları, iddiaları, tartışmaları anlamaya, onlar üzerinde düşünmeye, akıl yürütmeye başladığım ilk gençlik yıllarım olması.
‘Açmaz’ dediğim de, bu konularda ‘hakikat’a ulaşmak nasıl olur, ne yolla olur; ‘hakikat’ı bulduğunu ve gereğince düşünce, bilinç sahibi olduğunu, eylem yaptığını sananlar ve bu durumlarını yansıtanlar olduğuna göre onlara inanacak ve uyacak mıydık, tavrımız ne olacaktı; bu sorunun cevabı zordu, zorluyordu ilk gençlik çağında olanları. Bu bir ‘açmaz’dı, ve hâlen farklı bir olgunluk ve düzeyde olduğumuz halde devam ediyor.
Bilim ve akademi hep büyüleyici derecede etkili ve ağırlıklı olmuştur bu anlamda. Bilimsel ve akademik çalışmalara, araştırmalara dayalı tezlerin, iddiaların ancak hakikat olabileceği düşünülmüştür. Ne ki sadece bilim insanlarının, akademisyenlerin dilinde değildi şöyle isim ve sıfatlar: bilim, bilimsel, bilimsellik, akademi, akademik. Dahası bizzat bilimle uğraşanlar, bilim insanları, akademisyenler değildi dillerinden düşürmeyenler bu sözcükleri. Sıradan insanlar, her yaşta militanca tavırda olanlar, eylemciler, bilinçli ve kararlı gözüken insanlardı bu sözcükleri en çok kullananlar. Oysa dünyayı tanımıyorlardı, dünyadan haberleri yoktu. ‘Batı’ aydın bilinenlerimizce ve onları izleyenlerce hep yönelinmesi, güvenilmesi gerekli, aydınlanmamız için örnek alınması zorunlu bir kültür ve uygarlıktı.
Kitap sergileri olurdu, çoğu tercüme olan, kapaklarına bakınca insanları harekete geçmeye teşvik eden kitapların yer aldığı…Sonraları kimimiz böylesi yayınların sığlığını, yetersizliğini, propaganda amaçlı olduğunu anladı, kimimiz aynı çizgide, anlayışını sürdürdü.
Edebiyat (şiir, roman, hikaye, deneme, oyun) alanında kitaplar, dergiler okuyanlar kendilerini daha derin düşünen, olup bitene daha farklı bakan insanlar olarak gördüler. Edebiyatın yanı sıra sanatla da meşgul olanlar daha da seçkin bir durumda hissediyor olmalıydılar kendilerini.
Milliyet Sanat dergisinde, Sevgi Soysal’ın, “benim devrimci sıfatına ihtiyacım yok” anlamında bir başlıkla kaleme almış olduğu bir yazıyı hatırlarım. Beğenerek okuduğumu o yazıyı.
Bunları niye yazıyorum? Bu yazıyı kaleme alırken böyle başlamamın sebebi ne?
M. Şükrü Hanioğlu’nun “Ortadoğu’daki sorunların suçlusu bulundu; rahat olabiliriz” başlıklı bugünkü yazısı. ( Sabah, 31/08/2014)
Entelektüel yeteneğini de takdir ettiğim bu değerli ve seçkin akademisyen, sadece gazete yazılarını izlemekle bile kendisinden çok yararlandığım; gazete yazarları arasında şimdiye kadar en fazla merak, ilgi, ve heyecanla izlediğim biri. İstisnasız her yazısı nitelik yönünden aynı ciddiyet ve tutumla kaleme alınmış olduğu izlenimini veriyor; bilgi ve birikimini bu yolla yararlanmak isteyenlere aktarmaya çalışıyor olmalı.
Şimdi bu yazıdan bazı alıntılar yaparak, yukarıda ifade etmeye çalıştığım durumun akademisyenler ve entelektüeller düzeyinde / katında bile devam ettiğinin, bu yolla hakikate ulaşmanın zorluğunun / çetinliğinin, tabii ki bunun insanlara bağlı olduğunun, insanların hakikatin olduğu gibi ortaya çıkmasından yana olup olmamalarıyla bağlantısının göz ardı edilemeyeceğinin anlaşılmasına katkıda bulunmayı deneyeceğim.
“ Modernlik, tarihselci (historicist) ve gerekirci (determinist) yönleri güçlü kapsayıcı kuramlar ve bunlara dayalı mega söylemlerin önünü açmıştır. En çarpıcısı Marksist kuram olan bu yaklaşımlar ‘insanlığın evriminin belirleyicileri’ ve ‘toplumlar arasındaki farklılıkların kökenleri’ benzeri ‘büyük’ soruları cevaplandırmaya gayret etmişlerdir. Örneğin Marksist analiz ve onun Karl Wittfogel benzeri akademisyenler tarafından gerçekleştirilen uyarlamaları kapsamlı verilere dayanarak ‘üretim biçimleri’ ve onları oluşturan nedenler üzerinden fazlasıyla iddialı, kesin yargıları dile getirmişlerdir.
(…) Süreç içinde kapsayıcı kuramlar ve mega söylemler alanında popülerleşme yaşanmıştır. Akademik pragmatizm nedeniyle bilhassa Atlantik’in Batı yakasında egemen olan bu yaklaşım “kapsayıcı kuram” üretimini ikinci el kaynaklar taranarak “herşeyi açıklayan gözden kaçmış tekil belirleyici”yi bulma amaçlı “entelektüel fantazi” yaratma faaliyetine indirgemiştir. Harvard Üniversitesi profesörlerinden Daron Acemoğlu ve James Robinson’ın ‘The Origins of Power, Prosperity, and Poverty: Why Nations Fail’ başlıklı çalışması da, son tahlilde, bu sınıflamaya dahil edilmelidir. Bu tür kitaplar yayınlandıklarında büyük ilgi uyandırmakta, çok satan listelerin başına yerleşmekte, on yıl kadar süren bir zaman diliminde tartışılmakta, daha sonra ise kütüphanelerin depo kısımlarına nakledilmektedir. Alanlarının en parlak ve üretken akademisyenlerinden olan Acemoğlu ve Robinson’un aşırı mekanik, başta coğrafya olmak üzere tüm diğer belirleyicileri dışlayan yaklaşımı Jared Diamond tarafından yapılanlara benzer eleştirilerin dile getirilmesine neden olmuşsa da, kitabın en önemli sorunlarından birisi olan ‘tarihi aşırı genelleştirici ikinci el malzemeden yeniden üreterek kapsayıcı kuram üretme’ ve bunun neticesinde ‘tarihe dayanmayan tarihsel nedensellik inşa etme’ olduğu vurgulanmamıştır.” (…)
“Bu çalışma bunun yanı sıra yaptığı Osmanlı değerlendirmeleri ve Ortadoğu’nun güncel sorunlarını bunlar üzerinden açıklaması nedeniyle de tenkit edilmelidir. Çalışmanın mekanikliği ve günümüzü tekil bir belirleyici üzerinden açıklama iddiası nedeniyle eleştirel okuma yapacak bilgiden yoksun toplumumuz literatisine cazip geleceği (kitabın ilgili bölümlerinin gazete tefrikası haline getirilmesi bunu ortaya koymaktadır), onun Osmanlı geçmişi ile ilgili tezlerinin fazla sorgulanmadan kabul olunacağı şüphesizdir. Acemoğlu ve Robinson, Ortadoğu’daki temel kurumların, Latin Amerika’nın siyasal ve ekonomik ‘kurumları’nın beş yüz yıl süre ile İspanyol kolonyalizmi tarafından biçimlendirilmesine benzer şekilde, ‘Osmanlı kolonyalizmi’ tarafından şekillendirildiğini ileri sürüyorlar. (…) (literati: sadece ‘okur-yazar’ denilebilecek olanlar)
‘Osmanlı kolonyalizmi’ benzeri fazlasıyla sorunlu bir kavramsallaştırmayı keyfemâyeşâ kullanan yazarlar, Osmanlı ‘ana ülkesi’ ile ‘kolonileri’ benzeri ayrımlar yapmanın zorluğunu gözardı etmenin yanı sıra Ortadoğu olarak dile getirilen toprakların önemli bölümünde on altıncı asırdaki Osmanlı ‘yayılması’ sonrasında ekonomik yapılanma ve uygulamada herhangi bir değişikliğin yapılmadığı, yeni kurumlar yaratılmadığı gerçeğini de görmezlikten gelmektedirler. (…)
Burada ‘Osmanlı’nın eşsiz, en ‘âdil’ ve bilge idare sistemine sahip olduğu benzeri yorumlardan kaçınarak şu soruları sormak gerekmektedir: Osmanlı bölgeye gelmese ve Ortadoğu olarak adlandırılan alan Memlûk Devleti ve yerel liderlerin idaresi altında kalsaydı ekonomik ve siyasal kurumlar farklı mı gelişecekti?’ Ortadoğu’nun Osmanlı egemenliğine girmeyen bölgelerinde değişik ‘kurumlar’ mı oluşmuştur? Bu bölgeler ‘Osmanlı yüzünden sanayi devrimini yakalayamayan’ Ortadoğu alanlarının tersine değişik kurumlar mı yaratmıştır? ‘Sanayi devriminin İngiltere ve Belçika yerine Basra ve Bingazi’de başlamasını önleyen devraldığı yapı ve uygulamalarını değiştirmeyen Osmanlı idaresi midir?’ Böylesi sorulara cevap veremeyecek ve Osmanlı’yı günümüz Ortadoğu’sunun sorunlarının aslî sorumlusu olarak kavramsallaştıran bir genelleştirmenin ‘entelektüel fantazi’ alanında dahi zayıf kaldığı vurgulanabilir.
(…) Çizdiği karakuşî sınırlar, çoğunlukları ezen azınlıklara verdiği iktidar desteği ve aşağılayıcı Oryantalist yaklaşımıyla bölgeyi yaklaşık yüz yıldır kan gölüne dönüştüren Batı emperyalizmi sorunların kaynağının ‘Osmanlı olduğunu savunarak sorumluluğu üzerinden atmak istemektedir. Burada Acemoğlu ve Robinson’un amaçlarının aynı neticeye değişik analizlerle ulaşan David Fromkin benzeri popüler tarihçilerden farklı olduğu vurgulanmalıdır. Buna karşılık onların akademik analizi de popüler siyaset lisanına tercüme edilerek aynı amacın hizmetine koşulabilmektedir.“
Not: Bu yazımı Radikal Blog için 31.08.2014 günü kaleme almıştım, aynı gün orada yayınlanmıştı. 22 Mart 2016 gününden bu yana Radikal Blog’da yazı çıkmıyor. İnternet gazetesi olarak çıkan bu yayın organında köşe yazarları ve gazetenin mutfak ekibi de gazetenin kapandığını o tarihten kısa bir süre sonra açıkladılar ve veda ettiler. Böyle tekrar okuyup muhafaza olmasını istediğim yazılarımı küçük ölçüde bazı değişiklikler ve düzeltmelerle bloğuma aktarıyorum zaman zaman.
No Comments