“Âdem bu sebeple tek el ile yaratılmış diğer mahlûkata göre üstün oldu.”
“Buyurdu: Ey İblîs, iki elimle (yani bizzât) yarattığıma (Âdem a.s.’a şeref bahş etmek için böyle buyurulmuştur. ‘iki elimle’ demekten maksat vasıtasız, bizzat yaratmış olduğunu beyandır) secde etmenden seni hangi şey men etti? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?” (Sâd, 38/75)
Zîrâ Âdem bu sebeple tek el ile mahlûk olan diğer yaratılmışlar üzerine faziletli oldu.
Yani esmânın (isimlerin) karşı karşıya gelmesini ve tabiatın karşılıklı esasların genel görünüşü olduğunu bildikten sonra, malûmun olsun ki, Allah Teâlâ bu insan şahsının hamurunu ve tıynetini (yaratılışını) iki eli ile yoğurdu. ‘İki el’den murâd, ‘fiilî(etkin) isimler’ ile ‘infiâlî(edilgin) isimler’dir. Fiilî esmâ ulûhiyet mertebesine ve infiâlî esmâ ise imkân mertebesine dâirdir. Zîrâ varlıkta iki itibar vardır: Biri ‘etkin’, diğeri ‘edilgin’ dir. İnsanî şahıs bu iki itibarı da toplayıcıdır. Fiilî isimler ‘sağ el’ ve infiâlî isimler ‘sol el’ mesâbesindedir. Ve bu iki el birbirine mütekabildir; biri verir, diğeri alır. Bu iki elin ikisi de yemîndir. Çünkü ‘yemîn’ kuvvet mânâsına gelir. Ve fiilî esmâ da, infiâlî esmâ da kuvvetten ibârettir. Velâkin madem ki mertebe-i ilâhiye ile mertebe-i imkân arasında ‘vermek’ ve ‘almak’ nisbetleri vardır, bunların arasında fark ve temeyyüz (kendini gösterme) olduğu bellidir. Böylece fiilî ve infiâlî isimler ‘iki el’ oldu. Zîrâ müessirin tabiatte tesiri ancak tabiate uygun olan şeydedir. Tabiat ise sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve yubûsetten (kuruluk/kuraklık) ibâret olan dört hakikatin genel görünüşü olup, bu dört esas ise birbirine mütekâbildir (biri diğerine karşılık). Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de, Âdem’in yaratılışının beyânı sadedinde ‘bi-yedeyy’ (iki elimle) tabirini ifade buyurdu (Sâd, 38/75; yazı bu âyet mealiyle başladı.) Ne vakit ki Âdem’i ‘iki el’ ile îcâd eyledi, ‘bi-yedeyy’ sözüyle kendine izâfe edilmiş kıldığı ‘iki el’ ile onun icâdına başladığı için, ona ‘beşer’ ismini verdi. Bu teşebbüs cenâb-ı ilâhîye lâyık olan bir tarzdadır. Yani mütekabil isimler ile onun icadına yönelmedir. Ve Âdem’in îcâdına ‘iki el’ ile teşebbüsü, bu insan türüne Hak Teâlâ’nın inâyetinden (lütuf, yardım, iyilik, ihsan) dolayı vuku buldu.
Zîrâ Âdem bu sebeple tek el ile mahlûk olan diğer mahlûkat üzerine mufazzal (üstün tutulmuş) oldu. Bundan ötürü Âdem’e secde etme ve baş-eğmeden yüz çeviren İblîs’e hitâben Hak Teâlâ hazretleri: “İki elim ile halk, yani karşılıklı isimlerle icâdına yönelmiş olduğum Âdem’e secdeden ve baş eğmekten seni men eden şey nedir? Eğer kibir ettinse bu tekebbürün haklı ve Hak’tan gelen değildir. Zîrâ sen tek el ile mahlûksun. Ve sende Âdem gibi isimlerimin cemiyeti (topluluğu) yoktur. Bu sebeple sen onun aşağısındasın.
Ve eğer kendini secde ile emr olunmayan unsurlardan yüksek olan melâikeme kıyas ettin ise, sen onlar gibi değilsin . Zîrâ sen ateşten mahlûksun. Ve nâr (ateş) ise unsurlardandır.” (Bkz. Yazının en başındaki âyet-i kerîme- Sâd, 38/75- meâli) Hak Teâlâ hazretlerinin bu hitâbdaki âlîn ile murâdı, tabiî olmakla beraber, nûrî meydana gelişinde unsurî olmaktan zatiyle yüce olan melâike-i kirâmdır. Ve bunlar yukarıda izah olunduğu üzere ‘unsuriyyûn’un üstünde, yani ecrâm (cirm’in çoğulu/gök cisimleri) mâbeynindeki (gök cisimleri arasındaki) milyonlarca merhale uzay mesafesinde olan tabîiyyûn melekleridir. Ve bunlar Âdem’e secde ve baş-eğmeye memur olmadılar. Çünkü unsuriyyât alanıyla alâkaları yoktur.
O halde insan, unsurî türlerden kendisinin gayrisine, ancak tıynden (çamur/balçık) beşer olmasıyla, yani Hak Teâlâ Âdem’in tıynden halk ve icâdına ‘iki el’ ile başlamasıyla fâzıl (üstün) oldu. Dolayısıyla insan, Hak Teâlâ’nın hilkatine (yaratmasına) ‘iki el’ ile başlamadığı bilcümle unsûrî mevcudlardan efdaldir (faziletli/üstün). Böylece insan, mertebede arza ve göklere ait melâikenin üstündedir.
Ve insan bu sebeple cemâdlar, nebâtlar ve hayvanlar ile tabiî güçlerde maddeten tasarruf sahibidir. Bunların cümlesi Âdem’e secde etti, baş eğdi ve etmektedir. Ve manen, yani marifet ve tefekkür itibariyle de onların cümlesinden yücedir. Fakat âlûn(yüce olan) melekler, nass-ı ilâhî ile bu insanî türden hayırlıdır. Ve onlar insana secde etmezler, baş eğmezler; Âdem’in onlar üzerinde aslâ tasarrufu olamaz. (…) Fakat onların bu yüksekliği hayvan insana, yani eksikliği olan insana göredir. Çünkü hayvan insanın hakikati yaratılışında ve nurluluğu unsurî karanlığında gizlenmiş ve tüketilmiştir. Fakat Hakk’ın cemâlinin nurlarında hayrete gark olmuş (müheyyem ve müstehlek hâlde) bilcümle ilâhî esmâya mazhar olan insân-ı kâmil o melâike-i âlînden yücedir. Ve onun halkıyyeti (yaratılması) hakkıyyetinde (Hakk’a âitlik) ve unsurî karanlığı nûriyyetinde müstehlek(tüketilmiş) olur. Böyle bir insan ilâhî isimler topluluğu kuvvetiyle a’lâ ve esfelde (en yüksek ve en düşük/aşağı) mutasarrıftır. (…) Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey cin ve ins tâifesi, gökler ve yer taraflarından nüfûz etmeğe kudretiniz varsa, nüfûz edin! Nüfûz edemezsiniz; ancak sultan, yani ilâhî kuvvet ile nüfûz edebilirsiniz.” (Rahmân, 55/33) (…)
O halde ilâhî nefesin marifetini murâd eden kimse âlemi bilsin. Zîrâ nefsini bilen kimse, âlemde zâhir olan Rabb’ini bilir. Yani âlem o rahmânî nefeste zâhir oldu ki, Allah Teâlâ o rahmânî nefes ile esmâsında müşahede ettiği tasa/keder ve ıztırabı o esmâdan teneffüs yoluyla kaldırdı. (…) Dolayısıyla Hak Sübhanehu ve Teâlâ hazretleri esmâî sûretlerden ibaret olan âlemleri kendi rahmânî nefesinde îcâd etmekle, kendi nefesine ihsân eyledi.”
( Bu alıntılamalar, Müellifi Muhyiddin İbnu’l- Arabî olan, Ahmed Avni Konuk tarafından tercümesi ve şerhi 1915-1928 arasında o yılların Türkçesine ve Türkçesiyle yapılmış; Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın tarafından da günümüz Türkçesiyle yayına hazırlanmış ve yayınlanmış olan Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Şerhi-III ‘ den s. 177-178-179’dandır.)
No Comments