“Hakk’ı hiçbir şey kuşatmış olamaz.”
İNSÂN-I KÂMİL ( Müellif: Abdülkerîm el-Cîlî, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına hazırlayanlar: merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal ; İz Yayıncılık, 4. Baskı: 2015 ) isimli kitaptan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. İlk alıntı da başlığı teşkil ediyor. (s. 252)
“Bahtiyâr oğlu bahtiyâr, bu kitabı okuyup da anlayan kimseden ibârettir. Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.” ( s. 253)
“Hülâsâ: Bizim bu satırlarda izhâr ettiğimiz, o ateş denizinin köpüklerindendir ; yoksa gerdanlara takılmağa lâyık incilerden değildir. Mâmafih biz elimizden geldiği kadar gizlemeğe gayret ettik. Bunların hepsini ibârelerdeki remiz ile (îmâ sûretiyle) işâretlerdeki lûgazlarla (manzum bilmeceler) ve açıklıkla söylerken, sarâhati terk edip gizleme yoluna dönmemizle beyân ettik. Bu kitap öyle bir kitaptır ki, mislini zaman meydana getirmemiş, beyân şeklini geçmiş asırlar izah etmemiştir. Bu kitabı anla, “Hz. Peygamber, ‘Ben mi’râca çıktığımda, bana üç tür ilim verildi. Birisi zâhir, birisi bâtın, birisinin gizlenmesi için de benden mîsak (söz) alındı.’ ma’nâsındaki hadîs-i şerîfteki ketm (gizli tutma) husûsunda mîsak alınmasını iyi anla!” (s.253)
“Hz. Mûsâ münâcâtında ‘Yâ rabbi, sana nasıl vâsıl olurum’ dediğinde, Cenâb-ı Hakk’ın ‘Nefsini bırak da öyle gel’ cevâbını vermesi de bu ma’nâya işarettir. Bu açıklamaya göre Tûr’un nefsin bâtınından ibâret olduğunu bildin. İnsanda ‘ilâhî hakikat’ ta’bir olunan işte budur. Çünkü insana ‘halk’ (yaratılmış) denilmesi mecazîdir. Görmüyor musun, Hz.Peygamber bir hadîsinde yalnız Yemen’i zikr ile yetinerek ‘Rahmân’ın nefesini nefîs nefesten bulduğuna dikkat çekmiştir. Nefes-i Rahmân ise Rahmân’ın esmâ ve sıfâtında (isimleri ve sıfatlarında) zuhûrudur. Cenâb-ı Hak Kur’anda (Tekvîr, 81/18) ‘Nefeslendiği dem sabaha ki,’ diye buyurmuştur. Teneffüsle murâd zuhur demektir. Bu açıklamaya göre bilmelisin ki, Kitâb-ı Mestûr ( örtülü Kitab) bütün ayrıntısıyla, bütün kısımlarıyla ve bütün hakkî ve halkî itibarlarıyla mutlak varlıktan ibârettir. Mestûr olan odur, yani vardır. Melekût da meşhûddur (görülen). Levh-i mahfûz da budur. Bunun mülk âleminde benzeri insandaki insanî kâbile (bir işi kabul edici) potansiyelidir. Rakk-ı menşûr denilen işte budur. İnsan rûhundaki kâbiliyeti rakk’a (üzerine yazı yazılan tabaklanmış ince deri) teşbîhin münasebet yeri şundan dolayıdır ki, şeyler rûhî kâbiliyette fıtrî, aslî izlenim ile mevcuttur. Mevcutların o kabiliyetteki varlığı, hiçbir şeyin fıkdâna (yokluğa) uğramaması sûretiyledir.
Ma’mûr beyte gelince, Allah’ın zâtına özgü kıldığı manevî yerdir. Cenâb-Hak onu yerden göğe kaldırdı ve melâike ile ma’mûr kıldı. Bunun benzeri insan kalbidir. O, Hakk’ın manevî mahallidir. Kâlb ebediyyen kendisini i’mâr edenlerden uzak değildir. İ’mâr edenler ya kudsî ilâhî rûhdur; yahut melekî rûhdur; yâhut şeytânî rûhdur; yâhut hayvânî rûhtan ibâret olan nefsânî rûhdur.Hâsılı içindeki sâkinleriyle kâlb daima ma’mûrdur. Cenâb-ı Hak Kur’ânda “İnnemâ ye’muru mesâcidallâhi men âmene billah” (Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a iman edenler imâr ederler) (Tevbe,9/18)
Hakk’ın hükmü ve vasfı eşyâyı (şeyleri) kuşatır olmasıdır. Hakk’ı ise hiçbir şey kuşatıcı olamaz.” (s.252-253)
“Dalâlette olanlar Hakk’ı bulmayanlardır. Bunlar yine mağdûb-ı aleyh (gazaba uğramışlar) değildir. Bunlar Allah’ı bulamamışlar ise de rızasını bulmuşlardır. Hak bunları yanında değil civarında iskân eder. Bu kabilden olanlar Hakk’ı bilemezler; bilselerdi Hakk’ı temennî ederlerdi. Hülâsâ, bu kabilden olanlar ravzât-ı cennâtta niâm-i ekvân ile nâil-i nimettedirler. Fakat Hak onlara zâtıyla mütecellî değildir. Onlar rahmândan dalâlette, lezzât-i cinân ile nimettedirler. Bunu anla! Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.” “Fâtiha’nın ‘Bize doğru yolu göster’ ifadesine kadarki kısmı, Hakk’ın lisanıyla Hakk’ın kendisinden haber vermesidir. İkinci yarısı halk( yaratılan) lisanıyla Hakk’a karşı muhatab olmadır. Sırât-ı müstakîm, Hakk’ın zâtıyla zâtına tecellîsinden ibâret olan ahâdî meşhed yoludur. Kur’anda ‘sırâtullah’ ta’biri buna işarettir; zuhur tecellisine giden yol demektir. Mağdûbi aleyh (s.248) olanlar, Allah’ın muntakîm isminin tecellisine uğradıklarından ehl-i buûddurlar (uzak ehli). Cenâb-ı Hakk’ın ‘veladdâllîn’ buyurduğu ‘Hak hidâyetinde dalâlete uğramayanlar’ demektir. Şu halde âyetin ma’nâsı ‘Dalâlete uğramayanlar ve mağdûbi aleyh olmayanlardan olarak, varlığınla ve şahidliğinle nimetine nâil olanların yolunu bize göster’ demektir.” (s.249)
“Fiiller tecellisine mazhar olanların makamı ne kadar büyük, merâmı ne kadar celîl olsa da, yine bunlar işin hakikatinden perdelidirler. Bunların Hak’dan fevt ettikleri (kaçırdıkları) şey, nâil olduklarından daha büyüktür. Çünkü Hakk’ın fiillerindeki tecellîsi, esmâ ve sıfatlarındaki tecellîlerine perdedir.” (s.117)
No Comments