Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I’den Şit Fassındaki “İlim ma’luma tâbidir” başlıklı bölümden alıntılamalar
“İlim Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır; Hakk’ın sıfatları Hakk’ın zâtında mündemic (içkin) birtakım nisbetlerden ibaret olup zâtıyla beraber kadîmdir (öncesi olmayan). Ve her sıfat bir ismin menşeidir. Ve yine her bir isim zâtî şuûnâttan (şe’nler) bir şe’ndir (iş/tecelli) . İlâhî isimler külliyât (tümeller) yönünden sayılabilirdir; fakat cüz’iyyât yönünden sınırlanabilir ve sayılabilir değildir; çünkü sonsuzdur. (…) ‘Her bölünmez ânda Hak bir şe’ndedir.’ (Rahmân, 55/29) Ve bu esmanın (isimlerin) hepsinin müsemmâsı (isimleneni ) bir olup, cümlesi o müsemmânın hakikatidir; ve müsemmâ ise Hakk’ın Zâtıdır. Dolayısıyla isimler de Hakk’ın Zâtıyla beraber kadîmdir. Şu halde Hakk’ın sıfatları ve esmâsına olan ilmi, zâtına olan ilmidir. (…) Ma’lûmun ilimden önde bulunması zamanla ilgili değil, aklîdir. Ve ma’lûm olmayan şey istenemeyeceğinden, irade de ilme tâbi olur. Ve istenmeyen şey hakkında kudret sarfına yer olmayacağından, kudret de iradeye tabidir.
Bu bilgilerin zevkine vardıktan sonra anlarsın ki sen sana verdin ve sen senden aldın. Şu kadar ki bu alış veriş Hakk’ın varlığında ve Hakk’ın varlığıyla vâki olmuş ve olagelmektedir. Bu âlemde her bölünmeyen ânda eline geçen her bir şey ister tabiatına uygun gelsin ister gelmesin, hep senin hazinendeki şeydir. Kimseyi suçlama!
Kader sırrına vâkıf olan sınıf iki kısım üzerinedir; Ve bunu öz olarak bilen onlardan biridir; onu ayrıntılı olarak bilen de onlardan diğeridir. Ve onu ayrıntılı olarak bilen öz olarak bilenden a’lâ ve daha/tam kâmildir. Zîrâ onun kendi nefsine olan ilmi Allah’ın ilmi menzilesinde olur. Çünkü ilmin alınması tek kaynaktandır.
Ancak şu kadar vardır ki, kul tarafından o ilim sâbit hakikatinin hâlleri cümlesinden onun için önüne geçen, Allah’tan bir inâyettir. Onu, bu keşf sâhibi buna, yani sâbit hakikatinin hâllerine, Allah Teâlâ muttali kıldığı vakit bilir. Zîrâ varlık sûreti onun üzerine vâki olan sâbit hakikatine Allah Teâlâ onu muttali kıldıkda bu halde Hakk’ın bu sâbit hakikatlere onların yokluğu halinde olan bilgi edinmesine mahlûkatın tâkatinde muttali olmak yoktur. Çünkü onlar zâtî nisbetlerdir. Onlar için sûret yoktur.
Yani gerek Hakk’ın ve gerek kulun ilmi, sâbit hakikatten alınmış olmak itibariyle her iki ilim de bir kaynaktan ise de, aralarındaki fark budur ki, Hakk’ın sâbit hakikatlere olan ilmi zâtıyledir; ve belki O’nun ilmi hakikatlerin önerilmesini gerekli kılar olmuştur. Fakat kulun ilmi Hakk’ın inâyetiyle hâsıl olur. Yani kula nisbetle Hak tarafından onun için önüne geçmiş bir inâyettir; ve o inayet dahi, o kulun sabit hakikatinin hâlleri cümlesindendir; yani sâbit hakikatinin kılınmamış olan istidadının diliyle Hak’tan taleb ettiği şeydir. Hak Teâlâ bir kimseyi kendi sâbit hakikatinin hâllerine muttali kılınca, bu keşif sâhibi o inâyeti bilir. Dolayısıyla kulun sâbit hakikate olan ilmi, ilâhî ilimde sabit ve belirmiş olduktan sonradır.(…) Kulun yokluk hâlinde olan sâbit hakikate bilgi edinmeğe tâkati yoktur. Çünkü yokluk hâlinde sâbit olan hakikatler zâtî birliğin nisbetleridir. Vahdet mertebesinde Hakk’ın ilmî varlığının nisbetleri ve onların henüz sûretleri olmadığından kulun onları bilmesi mümkün değildir. Çünkü bu mertebede Hakk’ın nisbetleri kendi zâtının aynıdır. Vahdette mahlûkıyyet itibarî olduğu için mahlûk ilmi dahi söz konusu olamaz.
Şu halde bu kadarıyla biz deriz ki, muhakkak ilâhî inâyet ilim ifadesinde, bu kul için, bu eşitlik ile öne geçti. Ve buradandır ki, Allah Teâlâ ‘Tâ ki biz bilelim’ (Muhammed, 47/31) buyurur. Ve o ma’nâsı muhakkak olan bir kelimedir.” (alıntılamalar s. 197-200 arasındandır)
No Comments