Ömer Türker’in “Anlamı Tamamlamak” kitabının (Ketebe Yay. 2. Baskı: Ekim 2021) bir bölümünden alıntılar
“Bir zamanlar sadece Anadolu’da değil Balkanlardan Hind Altkıtasına kadar İslâm coğrafyasında Fahreddîn Razı, Seyyid Şerif Cürcanı, Sadeddin Teftazânî, Molla Fenârî gibi düşünürlerin adını duymadan ve görüşlerini bilmeden medreseden mezun olmak imkansızdı. Son yüzyılda bu isimler önce sıradanlaştı, sonra sırlandı, ardından da sırlandıkları camlar, arkasını hiç göstermeyen ve bakanın sadece kendisini görebildiği aynalara dönüştü.” (s.56)
“Selçuklular, Memlüklüler, Timurlular ve nihayet Osmanlılar, yönetici sınıfın Türk olduğu hanedanlıklardı. Bunlar arasında önceleri Selçuklu, yaklaşık üçyüz yıl doğu İslâm coğrafyasının kâhir ekseriyetini birleştirdi. Daha sonra Osmanlılar, Batı İslâm dünyasının da ana merkezlerini kuşatan büyük bir İslâm devleti kurmayı ve uzun süre ayakta kalmayı başardılar. Türk olan bu iki devlet, her ne kadar milliyet esasına dayanan devletler olmasa da neşet ettiği Türkistan ve Maveraâünnehir bölgesinin âlim ve düşünürlerini Irak, Suriye, Mısır, Anadolu ve Balkanlara taşıdılar. Maverâünnehir bölgesi ise Hanefî fıkhı ve usulü ile Mâturîdî kelamının hâkim olduğu bölgelerdi. Teftâzânî ve Cürcanî gibi büyük usûl ve kelam âlimleri Maverâünnehir ve Türkistan’daki Hanefî okulunu, İslâm dünyasının diğer bölgelerinde gelişen düşünce akımlarının görüşlerini de dikkate alarak yenilemeyi başardı. (…)” (s.58)
Anadolu on üçüncü yüzyıldan itibaren kelam ve felsefe geleneklerinin yanı sıra tasavvuf geleneklerinin de temerküz ettiği bir merkeze dönüştü. (…) Endülüs’ün Mürsiye kentinden çıkıp Mısır, Hicaz ve Şam beldelerinden geçerek Anadolu’ya kadar gelen İbnü’l-Arabî, kelam ve felsefe geleneklerini tasavvuf geleneğinin temel kabulleri doğrultusunda yeniden yorumlandığı büyük bir metafizik öğreti geliştirdi: Vahdet-i Vücûd (Varlığın Birliği). (…) İbnü’l-Arabî’nin Anadolu’ya gelişi, Konya’nın on üçüncü yüzyılda İslâm dünyasının düşünen zihninin iki önemli merkezinden biri olduğu döneme tekabül eder. Nitekim onun en büyük takipçisi ve aynı zamanda tecrübelerine ortak kabul edilen Sadreddin Konevî’nin Konya’da bulunduğu sırada şehir aynı zamanda biri Belh kökenli mutasavvıf, diğeri Azerbaycan kökenli Râzî geleneği mensubu iki büyük düşünüre de ev sahipliği yapıyordu: Mevlânâ ve Siraceddîn Urmevî.” (s.58-59)
(…) İşte bir zamanlar Anadolu’daki irfan, İslâm geleneğinin bütününü kuşatan, aktaran ve yeniden yorumlayabilir bir düşünceler manzumesinden oluşuyordu. Bu manzume Râzî geleneği, Hanefî-Mâturîdî geleneği, Türkistan ve Maveraâünnehir tasavvufu ve İbnü’l-Arabî Geleneği olmak üzere dört temel bileşene sahipti ve bütün bu ekoller karşılıklı etkileşim içindeydi. Osmanlı’nın cihan hâkimiyeti mefkûresi de güçlü ve zayıf yanlarıyla böylesi bir nazarî düşünce birikimi üzerine kurulmuştu. (…)” (s.59-60)
No Comments