“Âlemin genel görünüşü fiilî Kur’ândır.” (Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-II, s.178)

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin (mîlâdî 1165-1240) eseri olan Fusûsu’l-Hikem, Arapça’dan Harf Devrimi öncesi Türkçe’ye Ahmed Avni Konuk (mîlâdî 1868-1938) tarafından çevrilmiş ve şerh edilmiş ve ondan da günümüz Türkçesiyle dört cilt halinde Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın tarafından Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi ismiyle yayına hazırlanmıştır. Bu yazıyı o eserin II. cildinin YA’KUB FASSI’ndan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak.

“Vaktâki Allah Teâlâ kendisiyle bu zevatın kalbleri arasında inayet ve rahmet kapısını açtı; onların vukuflari olmadığı halde, kalblerine bu koydukları kanunlara saygı ve uyma hissini bıraktı. Ve bu zevat-ı kirâm ile onlara tâbi olanlar, bu kanunlara saygı ve hükümlerini icraya riayet neticesinde, ilahî tarif ile tanınan nebevî (peygambere ait) yolun dışı yol üzere, Allah’ın rızâsını talep ederler. Peygamberlik yolu ile gelen şeriatta, bu şeriat ile amel edenlere ne gibi mükâfat verileceği Hak tarafından açıklıkla va’d buyrulmuştur. Oysa bu zevatın koydukları kanunların saygı görmesi ve hükümlerine uyma sonucunda ne gibi bir mükâfat verileceği meçhuldür. Ancak din ehli olan akıllılar düşündüler ki, insan hayvanın bir türüdür. Fakat onda bir özel nitelik vardır ki diğer hayvanlarda yoktur. Cenâb-ı Hak’tan inmiş olan şeriat hükümleri, insanın hayvâniyet üstünlüğünü izâle ve batını (içi) olan nefs-i nâtıkasını (insan ruhunu) tasfiye içindir. Dolayısıyla bu maksada hızla ulaşma için yemeyi ve uykuyu azaltma ile riyazat (nefsi kırmalar) ve zikre alışma gibi nebevî yol ve şer’i hükümler üzerine fazladan bir takım usul koydular. Bu usul şer’-i ilahiden amaçlanan ilahi hükme uygun geldiği için, sünnet-i hasenedir (güzel âdet), bid’at-i seyyie (kötü âdet) değildir.

İki Peygamber arası zamanda (zaman-ı fetret) olan hakîmlere gelince, bunlar da keza aklen düşündüler ki, kâinatın genelini yerli yerinde icad ve tedbir eden (yöneten) bir Hakîm Sani’ (sanat sahibi) vardır; ve eşyadan (şeylerden) herbir şey Kemâl’e dönüktür. Ve bunlar arasında en mükemmel olan mahlûk insandır. Zira o müdrik (idrak eden) ve mütefekkirdir (düşünen). Hayvânâttan olduğu halde, onun kemâli idrak ve tefekküründe olduğundan bu yönünü ihmâl etmesi ve hayvâniyet yönüne dönmekle onun gerekleri içinde boğulmuş olması, noksanını gösterir. Bu hal ise yaratılış kasdına aykırıdır. Dolayısıyla bu mahlûku kendi kemâline yöneltmek için hayvâniyetine bir yular takmak lazımdır. (…) Çin’de Konfüçyüs, Hint’te Buda, Zerdüşt gibilerine vaki olan ilka (telkin) şeytanîdir. Zira âlemin geneli fiili Kur’ândır. Lafzî Kur’an nasıl ki “Allah onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola getirir.”(Bakara, 2/26) niteliğini haiz ise, fiili Kur’an da öylece bu vasfı hâizdir. Çünkü ilahi isimler mutekâbildir (biri diğerinin karşısında olan). Ve âlem ise ilâhi isimlerin mazharlarıdır (zuhur yerleridir). Daima Hak mukabilinde batıl; ve batıl mukabilinde de hak tezahür eder.” (s.177-178)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked