“Her bir uzvum ve eklemim Senin yâdını taşır” (Hallac-ı Mansur; Fütûhât-ı Mekkiyye, M.İbn Arabî, Ekrem Demirli çevirisi,c.16, s.47-49)

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin (m.1165-1240) bu ünlü eseri Ekrem Demirli çevirisi ile Litera Yayıncılık’tan 18 cild olarak 2011-2012’de yayınlanmış bulunmaktadır. Bunlardan 16. cildin Beş Yüz Beşinci Bölümü’nün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (onlardan biri de başlığı teşkil etti) oluşturacak bu yazıyı.

Bu bölüm menzili ‘Rabbinin hükmüne sabret, gözlerimizin önündesin’ (et-Tûr, 52/48) Âyeti Olan Kutub’un Halinin Bilinmesi’ olarak ifade edilmiştir. “Bu menzilde bulunanlardan birisi arkadaşımız Merakeşli Muhammed el-Merakeşî idi.”

Varlığın kalbi nedir? Benim varlığımdır o / Müşahede de öyle! Benim müşahedemdir o

Kalp benim, hâkim olan benim kalbim / O benim şah damarımın mesabesinde

(…)

Beni gören O’nu görmüş demektir / Beni görmeyen secde farzını yapmamış demektir

Secde farzı kime düşer: Hakkın varlığım olduğunu söyleyene

Şair ‘Kendini bilen rabbini bilir’ hadisine atıfta bulunmaktadır. Muhammed el- Merakeşî’yi Merakeş’te görmüştüm. Gece gündüz çok sohbet ederdik. Onun düsturu bu âyetti. Herhangi bir iş nedeniyle gönlünün daraldığını hiç görmemiştim. (…) Kendisine ‘İnsan tabiatına nahoş gelen hadiselerin sana ulaşması hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorunca şöyle demişti: ‘Başlangıçta sabrettim. İlahi hüküm karşısında gösterdiğim sabır hakikati müşahede etmemi sağladı. Müşahede ise beni her türlü hükümden alıkoydu. Artık her şeyi Allah ile görüyorum. (…) Siz belanın hükmünü görüyorsunuz, halbuki hepsi O’nun katından!’ (…) Bu zevk bilinmeyen bir zevktir. Edebi çoktu, konuşması da çoktu. (…) Bu durum hatırlatıldığında şöyle derdi: ‘Ben konuşurken yükümlülüğümü yerine getiriyorum. Sen ise oturup oturmamada dinleyip dinlememede serbestsin! Ben bir sağırla konuşmuyorum, söylediklerimi duyan birisiyle oturuyorum.’ (s. 47-48)

‘Acı ve sıkntıda Allah’tan başkasına iltica etmemek, Allah’ın peygamberlerine ve nebilerine öğrettiği ilahi edep demektir. Çünkü Allah’ın sana gayenle çelişecek bir işle acı vermesi ve sıkıntı çektirmesi, sadece acıyı kaldırması için O’na dua etmeni irade etmesinden kaynaklanır. (…) Ebu Yezid el-Bestamî acıkıp ağlamaya başlamış. Sebebi sorulunca ‘Ağlayayım diye acıktırdı’ demiş. O halde edep, belayı kaldırması için -başkasına değil- sadece Allah’a şikayette bulunmaktır ve bu şikayete rağmen sabra devam edilir. (…) Hallac-ı Mansur bütün bunları bildiği için, bu makam hakkındaki gayreti nedeniyle kolları kesildiğinde yüzünü kana bulamıştır ki, insanların gözüne mizacının değiştiği gözükmesin! Bu haldeyken Hallac şöyle diyordu:

Her bir uzvum ve eklemim / Senin yâdını taşır Nefsin çektiği acılarda durum böyle değildir. Nefsin acı çekmesine yol açan hadiseler ortaya çıktığında, Allah’ın bazı kulları acıları karşılar ve zahirinde bir izi görünmez. (…) Bu konuda herhangi bir gücü olmayanlara gelirsek, bu durum sıradan insanlarda yaygın olduğu gibi ‘sebeplerin kulları’ olan âlemdeki insanların çoğunun hali böyledir. Allah kulları arasından büyükler ise bu sebeplerle (gizlenerek) parmakla gösterilmeye karşı perdelenirler. ‘Rabbinin hükmü karşısında sabret! ‘ (…)” (s. 48-49)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked