Abdülkerim el-Cîlî’nin “İnsân-ı Kâmil” ismiyle Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilmiş kitabının(Yayına Hazırlayanlar: Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yayıncılık, 4.Baskı, 2015) başlarından alıntılar
” Abdülaziz Mecdi Tolun, 1937 yılında Tasavvuf tarihinde büyük ehemmiyeti olan bu klasik eseri tercüme ederek, hem Türkçe’ye hem de tasavvuf kültürümüze önemli bir katkı sağlamıştır.” (s.18)
Bu kitabın başlarından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
” İnsân-ı Kâmil‘in orijinal dili son derece ağır ve işlediği konular itibariyle de oldukça derin bir eserdir. Buna rağmen mütercim merhum son derece ağır ve sembolik anlatımları içeren şiirler de dahipl olmak üzere kısa ve anlaşılır bir dille zor bir metni tercüme etmeyi başarmıştır.”(s. 19-20)
Ontolojik durumuna bağlı olarak insanın bu âlemde var oluş gayesinin bir gereği olarak insanın ahlâkî sorumluluğu gündeme gelmektedir.İnsan, Mutlak Varlık’ın tenezzül ve taayyününe (belirmesine) mukabil, manevî ve rûhî olarak terakki ederek ve Hakk’a miracını tamamlayarak isim ve sıfatların kendisinde tahakkuk etmesini sağlar. Bu terakki veya miracın ilk aşamasında sâlik (bir yola giren), ilâhî isimlerin tecellilerinin mazharı (zuhur yeri) olur. Bunun neticesinde kul, bu tecellilerin altında ‘fani’ olur.” (s. 17)
“(…) Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin ismi verilerek kitapta yöneltilen eleştirilerde mütercim eleştirilerin aslında lafız farklılığından kaynaklandığını belirterek,her ne kadar Cîli’yi suçlayıcı bir tutum takınmasa da, İbnü’l-Arabî’nin görüşünü tercih ettiğini ihsas ettirir.(…)” (s.21) “‘İnsân-ı Kâmil’ yazarı aynı zamanda bir şairdir ve Arapça divanları bulunmaktadır. Eserinde de sıklıkla düşüncelerini ifade ederken şairliğini yansıtır.Kendisi de divanı olan bir şair olduğundan, Arapça şiir tercümeleri için model olabilecek bir maharetle bu şiirleri Türkçe’ye aktarmıştır. Eserin adı ‘El-İnsânü’l-Kâmil fî Ma’rifeti’l-Evâhiri ve’l Evâil’dir.”(s.23) “İlim kendisini ihâta, ayn kendisini idrak edemez. Hayatı,hayat varlığının nefsidir. Zât’ı, sıfatlarının künhüyle kayyumiyyetinin aynıdır.(…) Eşyaya olan ilmi, her gâib ve meşhûdu müdrik olan görme yeridir.Eşyâyı görmesi ve işitmesi mahsûs şeydir. Mevcûdâtı işitmesi, onlarda gereken Hak nizâmin aynıdır. İrâdesi, apaçık sözünün merkezi; apaçık sözü kadir sıfatlarının menşeidir. (…) Uluhiyyeti, âbidin zilletiyle,Ma’bûd’un izzetini toplayıcıdır. (…) Azametini ilimler ihâta, Celâl künhini fehimler idrak edemez. Onu İdrâkten aczi, âlim itiraf etmiş; kâmil akıl Onun ittisâl ve infisâlindeki(kavuşma ve ayrılma) esrarını idrâkten geri kalmıştır.(…)”(s.25) Halbuki bir zamandayız ki, hakikate incizab (cezbedilme) güneşleri, mürîdlerin kalbleri semâsından kaybolmuş ve sâliklerin (bir yolda gidenler) himmetleri za’fa uğrayarak azimet(gidiş) yıldızları batmıştır. Onun için bu denizde yüzenlerin selâmete nail olanları az olduğu gibi, sonsuz sahrâlarının öldürücülüğünden kurtulanlar da nadirdir.”(s.28) Mukaddime’den: “Hamd ü sena Cenâb-i Hakk’a mahsûs, salât ve selâm, kendisinden sonra peygamber olmayan Peygamber’e ma’tûftur. Bu kitabın te’lîfinden maksad-i aksâ (son maksad) Cenâb-ı Hak Teâlâ olduğu için, sırf Cenâb-ı Hak hakkında söz söyleyeceğimiz zarûridir. İlk olarak Cenâb-ı Hakk’ın esmâsından (isimlerinden) bahs edeceğiz. Sonra sıfât-ı ilâhiyyeden söz edeceğiz. Daha sonra zuhurda ancak Zât vardır, Zât-ı ilâhiyye’den bahs edeceğiz. Bu kitâbda öyle sırlar üzerine tenbîhâtta bulunacağım ki, hakîkat ilmi vazıı (koyan) o sırları hiçbir kitaba derc etmemiştir (dâhil etmemiştir). Bundan dolayı kitabımızı mütâlaa edenlerin son derecede ehemmiyetle teemmül (etraflıca düşünme) ve tefekkürü elzemdir.(…) (…) Kitabımızın mütâlaasına rağbet eden kimse bilmelidir ki, Kur’an ile, ahadis ile teyid edilmiş olmayan her ilim dalâlettir(hayret, sapkınlık); fakat onun teyid edenini ve delîlini mütâlaa edenin bulamaması noktasından değil. Bu ilimde öyle mühim bahisler vardır ki, kitâbullah ile, ahâdîs ile teyid edilmiştir; fakat senin istidâd kudretin onu anlamaktan, seni men etmiştir.(…)” (s.32-33) ” ‘Sen sevdiğini hidayet edemezsin; fakat Cenâb-ı Hak istediğini hidayet eder’ ma’nâsında olan Kasas,27/56 âyeti ile ‘Sen elbette sırât-ı müstakîme hidayet edersin’ ma’nâsında olan Şura,42/52 âyeti. Yine ‘Allah’ın ilk olarak halk ettiği akıldır; Allah’ın ilk olarak halk ettiği kalemdir; Allah’ın ilk olarak halk ettiği, ya Cabir Peygamberinin nurudur.’ ma’nâlarındaki âyetler ve hadîsler birbirine mukabildirler. Bu gibi mütekâbil meselelerde en güzel sûret, kusursuzu hangisi ise oraya isnat etmekle anlamlandırırız.”(s.35) ” ‘Peygamberimiz için olmayıp da Allah için olan hidâyet, Zâtullah’a hidâyettir.Peygamberimiz için olan hidâyet, Hakk’a ulaştıran yola hidâyettir’ deriz. Geçen üç hadiste de deriz ki: Bunlardan murad, tek şeydir; aradaki çoğalma nisbet itibariyledir. Baksana ‘Esved, Burak,Lami, Refref’ muhtelif lafizlardan olduğu halde, hepsi ‘merkeb’ten (binit) ibarettir. Nisbetin ihtilâfi, lafızlarda ihtilafı gerektirmiştir. Mukaddime (Önsöz) burada son bulmuştur. Bu düzeltme/düzenlemede maksadım: Ey kitabımı mütalaa eden zât! Seni tek sûrete bakmakla çok suretten perdeli olanların vartasından (dipsiz gibi görünen kuyu) çıkarmak ve bu kitapta benim lisânım üzere, Cenâb-ı Hakk’ın yerine getirdiği sözleri, güzel idrâk ederek doğruluk yolunu bulup,tebliğ edilmiş bir hâle erişmiş olmaklığını kolaylaştırmak içindir. Ve tevfik (yardım) Allah’tandır.” (s.35-36)
No Comments