“Adalet, Siyasî Düzen ve Medeniyet”
“(…) Hem ontolojik-kozmik bir ilke hem de siyasî-idarî bir kural olarak adalet, dünya düzeninin temel unsurudur. Nasıl varlık âlemi adalet olmadan fesada uğrarsa, insanlık âlemi de adalet olmadan barış, huzur ve refaha kavuşamaz. Adaletin bu iki düzlemi arasındaki irtibat, keyfî veya izâfî değildir. İki düzen arasında zorunlu bir ilişki vardır. Kelimenin etimolojik kökeni ve manâsı da bunu teyit etmektedir; zira adalet “her şeyi yerli yerine koymak” demektir. Her şeyin hakkının teslim edilmesi ve ait olduğu yere konması, öznel ve izafî tasarruflarımızın ötesinde ontolojik ve nesnel bir durumu ifade eder. Bu hususun altını çizmemizin sebebi şudur: Yeryüzündeki adaletin temeli ve teminatı, ilahî varlık düzeninde sabit olan adalet ilkesini idrak etmek ve ona göre yaşamaktır. Yatay varlık düzeninin selameti, dikey varlık düzenindeki ilkelere bağlanmaktan geçer. İlâhî emir ile beşerî irade, sema ile arz, kadim ile hâdis ve mutlak ile izafî olan arasındaki ilişki, ancak bu zaman ve mekân üstü ilkeler esas alındığında sağlıklı bir zemine oturabilir. Adalet kavramının İslâm inanç ve düşünce geleneğinde merkezî bir yere sahip olmasının temel nedenlerini de burada arayabiliriz. (dipnot: Adalet kavramının farklı boyutlarını ele alan bir çalışma için bkz. Majid Khadduri, The Islamic Conception of Justice (Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1984). Adalet ve nizam kavramları, Osmanlı devlet ve siyaset düşüncesinin de temelini oluşturur. Gazalî, Nizamü’l-Mülk ve Nasirüddin Tusî bu düşüncenin teşekkülünde merkezî bir rol oynamıştır. Bkz. Hilmi Kaçar, A Mirror for The Sultan: State İdeology in the Early Ottoman Chronicles, 1300-1453 (Universiteit Gent, 2015), s. 242-248. Adalet, nizam ve denge kavramlarının İslam siyaset düşüncesindeki yeri için bkz. Erwin I.J. Rosenthal, Political Thought in Medieval İslam (Cambridge: Cambridge University Press, 1958); Anthony Black, The History of Islamic Political Thought (Oxford: Oxford University Press, 2001); Patricia Crone, Medieval İslamic Political Thought (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005).
Yüce Allah’ın nimetinin kadrini bilmek, padişahın O’nun rızasını gözetmesidir. Yüce Allah’ın rızası ise, halka yapılan ihsan, onlar arasında yayılan adalet ile elde edilir. Halkın iyilik için yaptığı dua dâim olunca, o (mülk) payidâr olur ve her gün genişler. O mülk, kendisinin devletinden ve zamanından nimetlenir; bu dünyada iyi isim sahibi olur; öteki dünyada kurtuluş bulur; (öteki dünyada vereceği) hesap daha kolay olur. Zira “mülk küfürle devam eder, zulümle devam etmez”; meğer ki cehennemde olmanın manası da budur. En iyisini Allah bilir. (dipnot: Nizâmü’l-Mülk, Siyaset-Nâme, haz. Mehmet Altay Köymen (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2013), s. 8.)
Yeryüzündeki düzenin teminatı, ilahî iradenin bir tecellîsi olan adalet ilkesidir. Nasıl Allah’ın yarattığı varlık âlemi adalet ve nizam üzere kuruluysa, insanların kurduğu düzen de aynı ilkelere dayanmak zorundadır. Bu ilkeyi göz ardı eden bir siyaset modelinin, ne tür teknik ve ekonomik imkânlara sahip olursa olsun, insanlara güven, huzur ve mutluluk vermesi mümkün değildir. Yeryüzünü ve insanı fesada uğratan ve onların fıtratını bozan bir var olma biçimi, ilahî ve kozmik adalet ilkesini ihlal ettiğinden, yeryüzünde insanlar için âdil, eşit, merhametli ve huzurlu bir siyasî – toplumsal düzen kuramaz. Nizâmü’l-Mülk’ün yöneticinin birinci görevi olarak Allah’ın rızasını talep etmesi gerektiğini söylemesi, kişiler-arası (inter-subjective) ve topluluk-içi (inter-communal ) mülahazaların ötesinde, dikey bir adalet hattına bağlanmanın zaruretini işaret eder. “Allah’ın rızasını kazanmak”, genel anlamda iyi, doğru ve güzel olan işlere talip olmak demektir. Devlet başkanından askere, terziden vergi memuruna kadar herkes kendi mertebesinde bu hedefe ulaşmak için bir cehdin içerisine girer. Bunun yolu, “ihsan ve adalet”ten geçer. İhsan etmek, sadece ikramda bulunmak demek değildir. İslâm düşüncesindeki geniş manâ alanı düşünüldüğünde ihsan, bir işi doğru ve güzel yapmayı, ihlâsla çalışmayı, ikramda bulunmayı, her zaman iyiyi tavsiye etmeyi ve insanlara adalet ve merhametle davranmayı ifade eder. Ancak hak ve hukuku gözeten, sadakat ve tevazu sahibi olan ve ihsan ile hareket eden bireyler erdemli bir toplum kurabilirler. Hukuk ile ahlakın birbirini tamamladığı nokta da burasıdır. İyi, doğru ve güzel olan bir eylem, hem hukûkî hem de ahlâkî manâda övülen ve tavsiye edilen bir fiildir. Namık Kemal bu hususu veciz bir şekilde ifade etmiştir: “Cihanda İslâmiyetten başka bir mezhep var mıdır ki, ihsânı adle teşrik ederek ( iyiliği ve güzelliği adalete ortak kılarak) ahlakı, hukukî vazife dairesine ithal etmiş olsun! (Bizde) mekârim-i ahlâk aceze (düşkünler) kârı değil, iktidar ashâbı sıfatıdır. ” (dipnot: Namık Kemal, “Ahlâk-ı İslamiye, Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye, s. 275; nakleden: M. Aydın, s. 402)
Nizâmü’l-Mülk, yukarıda İktibas ettiğimiz paragrafın sonunda “mülk küfürle devam eder, zulümle devam etmez.” der. Bu, Müslüman idareciye yapılmış doğrudan bir uyarıdır. Zulüm, her şeyden önce ontolojik ve kozmik âhengin ifsad edilmesidir ve ağır sonuçları vardır.
Anlayış ve zekâ, akıl ve izan sahibi kişiler naslarda ifade edilen şu hususa vakıftırlar ki, fazilet sahibi büyük hükemâ ve kudret sahibi akıllı insanlar, rağbet ve itibar mizanında adalet ve hakkı teslim için tam ayar altın hassasiyetiyle işlem yapmalı, emanet ve istikameti değerli ve ağırlığı yüksek bir altın olarak görmelidir. “Adalet, bir şeyi mertebesine (ait olduğu yere) koymaktır.” sırrı, rütbe ve makam sahiplerinin hali olmalıdır. Kudretli vezirler ve mülk sahibi vekiller “Zulüm, nefste gizlenmiş bir şeydir; onu acziyet gizler, güç ortaya çıkarır.” nüktesini her dâim dikkate almalıdırlar. (dipnot: Gelibolulu Mustafa Âlî, Siyaset Sanatı: Nushatü’s-selâtîn , haz. Farid Çerçi (İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları, 2015), 1b, s. 281. “
No Comments