“Akdeniz” denildiğinde anlaşılan ve anlaşılması gerekene dair düşünülen…
Sıra dışı gazete yazılarının tâkipçisi olduğum Süleyman Seyfi Öğün, bu günkü “Mare Nostrum” başlıklı yazısında, izlediği ve etkilendiğini belirttiği Akdeniz isimli bir belgeselden hareketle Akdeniz havzasından ve bu havzanın bir parçası olan Türkiye’den ve bu ülkenin insanlarından söz ediyor. Söz konusu belgeselde bu coğrafyanın “mukadderatı”nın anlatıldığını, ne ki bu imkânlarla çok daha fazlasının yapılabileceği düşüncesinin içinden geçtiğini belirtiyor.
İlk paragraf şu cümlesiyle bitiyor:
“(…) Ama , nihâî tahlilde, bu belgeseli izlemenin beni etkilemiş olduğunu, bâzı bağları daha etraflıca gözden geçirme fırsatı sağlamış olduğunu söyleyebilirim.”
İkinci paragrafın da ilk ve son cümlelerini yani tamâmını aktarayım:
“Bugün Akdeniz denildiğinde, genellikle anlaşılan; insanı rehâvete çağıran, her türlü dünyevî yükümlülüğünden arındırmayı vaad eden; gündüzleri olağanüstü güneşi, geceleri ise insanın yüzünü okşayan tatlı bir rüzgârın eşliğinde ona romantik duygular bahşeden mehtâbı ve yakamozları; zeytin ağaçları, cırcır böcekleri , üzüm bağları, canlı müzikleri; neredeyse adım başı rastlayabileceğiniz antik kalıntılarıyla, sıcakkanlı insanların yaşadığı bir turistik havza akla geliyor. Dünyâ turizm hareketliliğinin yaklaşık üçte birinin de bu havzada yer aldığını biliyoruz.”
Üçüncü paragraftan dikkatimi en fazla çeken cümleleri alıntılayacağım:
“(…) Gârip olan husus, dünyânın gözünde Türklerin Akdeniz halkları arasında en az otokton halk olarak muamele görmesidir. Kabaca 1000 senedir bu coğrafyada yaşıyor olmamız bizi kurtarmıyor. Türklerin Asyaik kökleri olduğu ve bunca zamandır Akdeniz coğrafyasında yaşıyor olmalarına rağmen buraların yabancısı olduğu, Akdeniz’e uyum sağlayamadığı yargısı işleniyor.(…) Türkler Akdeniz’in “üvey evlâtları” muamelesi görüyor.(…)
Ve yazının kalan kısmından yine dikkatimi çeken, etkilendiğim cümleler:
“Bizde ise bâzı çevreler, Türklerin de Akdenizli bir ulus sayılması ve Türk modernleşmesinin-Aydınlanmasının- fitilini buradan yakmak için uğraşıp duruyorlar. Bu gayelerine ulaşmak adına, Anadolu ve Rumeli’ye Türkler tarafından taşınan koskoca bir İslâmî birikimi, karanlıkla özdeşleştirerek dışarıda bırakmayı bile göze alabildiler. Buna mukâbil bâzıları Türklüğü ; bâzıları da İslâm’ı, Akdenizli bir târihe sâhip kültür ve inanç oluşumları olarak görmeyen modernist görüşü savunmacı bir tarzda yeniden ürettiler.(…) Kökleri bulmak adına gövdeyi dalları, yaprak ve çiçekleri budadılar. Allah’dan Endülüs realitesini keşfettik de bu saplantılarımız biraz dağıldı. İyi ama, İslamiyet’in Akdenizliliğini keşfetmek için Mağrib’e gitmek o kadar da gerekiyor muydu? Maşrık da bu târihi, üstelik çok daha içeriden bize göstermiyor mu?
Tabiî ki Türklerin ve İslâmiyet’in Akdeniz dışında da târihleri vardır. Ama bu durum, Türklerin 1000 senelik bir Akdeniz târihi olduğu, İslâmiyet’in, diğer semâvî dinler gibi orijinal olarak Akdeniz dünyâsında doğup oradan yayıldığı, bu coğrafyada renklenip bu coğrafyayı şenlendirdiği gerçeğini ıskalamayı gerektirmez. Târihsel mukadderatımız ağırlıklı olarak Akdeniz’in mukadderatı ile bağlantılıdır.(…) Gözüken odur ki, bu kadim coğrafya darmadağın, delik deşik ediliyor. Petrol icâd oldu, mertlik bozuldu. Bu kavga Akdeniz ile modern Batı’nın kavgasıdır. Ama anlaşılan maalesef bu değildir. Geçici çıkarlar ve Batı tarafından verilip de tutulduğu bugüne kadar görülmemiş saçma sapan vaadler için kimsenin bu coğrafyaya ihânet etme hakkı yoktur.(…)
Maalesef bir “Lâtin Amerikalılık” gibi bir “Akdenizlilik” bilinci mevcut değil. Dinî, mezhebî ve etnik farklılıklarımızı usturalaştırarak birbirimize saldırıyoruz. Şu sıralar, böyle bir bilincin tohumlarını atmak için; yüzlerce senelik büyük bir Akdeniz barışına imza atmış bir imparatorluğun evlatları olarak bizlerin öncülüğünde bir Akdeniz Ülkeleri Konferansına ihtiyaç yok mu? Ne dersiniz?…“(Süleyman Seyfi Öğün)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
No Comments