“Allah semâlar ve arzın nûrudur.”(Nûr, 24/35)
Kâşânî başlığı oluşturan âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: “Nûr kendi zâtıyla zâhir (görünür) ve eşya da (şeyler) kendisiyle zâhir olandır. Nûr ilâhî isimlerden, zuhûrunın şiddeti ve eşyânın kendisi ile zuhûr etmesi bakımından mutlak bir isimdir. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla zâhir olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Yâni ruhların semâlarını ve cesedlerin arzını ızhar edendir. Bu nûr “mutlak varlık”dır ki, mevcut varlıklardan vücut (varlık) bulan her şey O’nunla aydınlanıp varlık bulmuştur.” (dipnot: A. A.el-Kâşânî; Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, c.ll, 139-140, (Beyrut 1968). Bu eser yayıncılar tarafından M.İbnü’l-Arabî’ye ait olarak gösterilmiş ise de Kâşânî’ye aittir. Bu tefsîr, Te’vîlât-ı Kâşâniyye adıyla Ali Rıza Doksanyedi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş ve M.Vehbi Güloğlu tarafından üç cilt hâlinde 1986-1988 yıllarında Ankara’da yayınlanmıştır.) İ. Hakkı Bursevî de aynı âyetin tefsîri husûsunda şunları söylemektedir: “… Allah Teâlâ’ya nûr denilmesi mecâzî değil, hakîkîdir. Burada Nûr ‘Münevvir‘, yâni nurlandırıcı anlamındadır. Zîrâ Allah Teâlâ ma’dûm (yok) olan ‘mâhiyet‘leri varlık nurlarıyla nurlandıran Nûr’dur. Onları adem (yokluk) gizliliğinden feyzi cûduyle (cömertlik feyziyle) zuhûra çıkarmıştır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah halkı zulmette halk etmiştir. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir.” Burada “halk etmek” ‘takdîr‘ ma’nâsındadır.’ Zîrâ takdîr ‘îcâd‘dan, yâni vücûdun(varlığın) ifâza edilmesinden (feyizlendirilmesinden/ bereketlendirilmesinden) kinâyedir (üstü örtülü söz). Mümkin ‘zulmet‘ ile vasıflanmıştır (zulmet: karanlık). Çünkü ‘vücûd‘la (varlık’la) münevver (aydınlanmış) olur. Onun aydınlanması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. (dipnot: İ.Hakkı Bursevî; Rûhu’l- Beyân, c.VI, 152-153) Yine İ.H.Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semâsının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru ‘mutlak nur‘dur, hakîkatte bir yön ile kayıdlı değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu (sayılanların âlemini) kapsamıştır. Âfak (ufuklar) âlemindeki güneş ve ay anılan mutlak nûra misâl olmakla semâlar ve arza ışık göndermişler ve nûrla bütün yönleri doldurmuşlardır. (dipnot: İ.H. Bursevî; Rûhu’l-Mesnevî, c.I,79)
Kaşânî ve İ.H. Bursevî’nin anılan bu açıklamaları, İbnü’l-Arabî’nin birinci anlamda kullandığı nûr ile ilgilidir. İkinci manâ ise birinci manânın genişletilmesinden, ızhâr ve idrâk arasındaki manâ yakınlığından ileri gelmektedir diyebiliriz.
a. Vücûdun (Varlığın) birliği ve çokluk âlemi İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de mümkin varlıkların ‘ayn‘ları (hakîkatleri) ışıklı değildir, çünkü onlar yok hükmündedir. Bunlar her ne kadar ‘sübût‘ ile vasıflanmışlarsa da ‘vücûd‘ ile ilgileri yoktur. Çünkü vücûd ‘nûr‘dur (dipnot: M.ibnü’l-Arabî; Fusûsu’l-Hikem, s.140. Bkz. A.A.Konuk; a.g.e., c.II, 239) diyerek âlemdeki varlıkların ‘ayn’larının (hakîkatlerinin), önce ‘sâbit hakîkatler‘ âleminde ‘vücûd kokusu koklamaksızın‘ sübût bulduklarını, sonra bu şehâdet âleminde kökenleri olan ‘sübût‘un sonucu olarak rûhlar ve misâl âlemlerini geçerek mümkin varlıkların ‘cisim’leri sûretinde zâhir(görünür) olduğunu ifade etmektedir. Zîrâ bir ‘Nûr‘dan ibâret olan Hakk’ın vücûdu (varlığı) bu varlıklarda yoktur. Şeyler ancak bu nûr vâsıtasıyla zuhûra çıkabilmişlerdir.
A’yân-ı sâbite (sâbit hakîkatler) bahsinde sözkonusu ettiğimiz ‘sübût‘ ile ‘vücûd‘ arasındaki fark şu misâlle açıklanmaktadır: Çekirdekte ağacın sübûtu vardır, fakat vücûdu yoktur. İşte bunun gibi mümkin varlıkların ilâhî ilim mertebesinde sübûtları olduğu halde vücûdları yoktur. Muhtelif varlıklar olarak şehâdet âleminde zuhûr ettikleri vakitte de yine bir yokluktan ibârettirler. Bu şu demektir ki, bu cisimler âlemindeki varlıkların Hakk’ın vücûdu (varlığı) mukâbilinde bizzat kendilerine ait müstakil ve ayrı bir vücûdları yoktur. Onun için Azîz Nesefî ‘Nûr‘u şöyle nitelemektedir: “Vücûd birdir, gayri değildir. Fakat bu vücûdun bâtını bir ‘nûr‘dur; ve âlemin cânı ancak bu nûrdur. Âlem bu ‘nûr‘ ile dopdoludur. Sınırsız ve sonsuz bir nûrdur; ve tükenmez ve sınırsız bir bahrdır (denizdir). Hayat ve ilim, irâde ve mevcûdât kudreti bu Nûr’dandır. Ve mevcûdâtın görücülüğü, işiticiliği, tutuculuğu ve gidiciliği bu Nûrdandır. Ve mevcûdâtın tabîatı, hâssıyyeti (etkisi) ve fiili bu Nûrdandır. Belki cümlesinin kendisi bu Nûrdur. Ve bu vücûdun (varlığın) zâhiri bu Nûr’un tecellîsidir; ve bu Nûr’un âyînesidir; ve bu Nûr’un mazharı ve sıfatıdır. (dipnot: Azîz Nesefî; Risâleler (Terc. A.Avni Konuk),s.183 (Konya Mevlânâ Müzesi Ktb. Nu.4523).
İbnü’l-Arabî ‘bir tek vücûd‘ fikrini ve bu vücûdun varlıklar ile çokluğa bürünmesini açıklamak husûsunda Nûr isminden yararlanmaktadır: Hakîkî vücûd birdir, mümkin varlıkların sûretlerinde çoğalmıştır. Bir tek vücûd veya hakîkî nûr olan Hak Teâlâ da şehâdet âlemindeki sûretlerde çok görünmüştür. (dipnot: Suâd Hakîm; a.g.e., s.1083) (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, s.39-41)
No Comments