“Anlaşılma problemi”

 

Mahmud Erol Kılıç‘ın tasavvuf düşüncesi Makaleler-Konferanslar I (Sufi Kitap, 2. Baskı) kitabının “Klasik İslâm Düşüncesinde İnsan Tasavvuru” başlıklı kısımdan (s. 63-80) yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Modern dünyada, umûmî anlamda düşünürlerin, husûsî anlamda filozofların en büyük sıkıntısı anlaşılma problemidir. ‘Bizi niye anlamıyorlar’ cümlesi bizim aramızda çok konuşulur. Bu durum bazılarımızı zaman zaman rûhî sıkıntılara da sevk eder.” (s.63)

“Kimlik sizin yeryüzü hayatınızı, fiillerinizi veya tasavvuf tabiri ile amellerinizi de etkileyen, bu anlamda pratiğe doğru uzantısı olan salt bir felsefî sorun değildir. Dolayısıyla ‘gelenek’te Müslüman kendini nasıl tanımlıyordu? Çağımızda Müslümanlar kendilerini nasıl tanımlıyorlar? Biz burada, bu tanımlama refleksiv bir tanımlama mı, yani başkasına göre bir tanımlama mı buna bakacagız. Bu yeni tanımlamanın neyi getirdiği ve neyi götürdüğü üzerinde duracağız. Ben çalışma alanı olarak daha çok İslâm ârifleri, İslâm sûfî düşünürleri denilen kimseler üzerinde yoğunlaşıyorum. O insanların görüşlerinden istifade ile bu soruna çözüm arıyorum. Başlığa ilişkin dipnot: 1-2 Mayıs 2010 tarihinde, Almanya, Wuppertal’de, AMG tarafından gerçekleştirilen Değişim Sürecinde Anlam Kaymaları: Eski ve Yeni Kimlikler temalı uluslararası sempozyumda sunulmuştur. Sunumun ardından Perspektif dergisinin konuyla ilgili sorduğu sorulara verilen cevaplar da yer almaktadır. Perspektif, sy:186, Haziran 2010. (s.63)

(…) Hz.Peygamberin tebliğ ettiği bilgi melfuz yani konuşulur, telaffuz edilir, sonra bir tür yeryüzüne aidiyet kazanır, yeryüzü planında kulakla, işitme ile beş duyu organının sujesi haline gelir. Bu şekilde beş duyu organının çalışma biçiminin bir parçası olan ilâhî vahiy, ister istemez bazılarında sekülarizasyonun başlangıcı olacaktır. (…) (s.64)

“İslâm dininin kurucusu ve vaz’ edicisi olan Hz.Muhammed Mustafa’nın (sav) mesajı, kendisinden çıktıktan sonra artık ümmetin malı olmuştur ve o ümmetin içerisinden anlayış kavrayış, idrak seviyelerine doğru orantılı olarak O’nun mesajı üzerinde yorum ekolleri gelişmiştir. (…)”(s.64)

“(…) Yahya Kemal’e, ‘Osmanlı Viyana’ya nasıl gitti?’ diye sorduklarında verdiği cevap meşhurdur: ‘Osmanlı Viyana’ya bir elinde Mesnevî, bir elinde bulgur pilavı kabı ile gitti.’ Bakınız kılıcı saymamıştır. Mesnevî ve pilav kabını zikretmiştir. Bu remizdir (simgedir), açmak gerekir.Bulguru ayrı, Mesnevi’yi ayrı açmak mümkündür. Osmanlı tecrübesinde hâkim İslâm anlayışı buydu. Bunun uzantısının İslâm hukuk müessesesinde dahi olduğunu görmekteyiz. (…) Dolayısıyla bütün sözler birer işaretten ibarettir. O işaretlerin hakikatine varmak için birer izdirler. Kur’ân’daki bütün sözlere âyet denir. Âyetin manâsı işarettir; hakikat değildir. Yani bu âyetlere bak, yeryüzündeki diğer âyetlere bak, aslına / hakikatine çok, anlamındadır. Bizim geleneğimizde aslına çıkma sanatına evvele çıkmak yani evveline çıkmak denilir. Bu, tevil sanatıdır. Evvelini biliyorsanız, aslını biliyorsanız, tevilini ancak o zaman yapabilirsiniz. Dolayısıyla var olanı aslına, asıl nüshaya referansta bulunarak çözebilirsiniz. (…)” (s.65-66) “Mesela Gazzâlî’nin el-Munkiz mine’d Dalal isimli kitabında kendi entelektüel gelişimini anlatırken bahsettiği o merhalelerdeki açılım ve yükseliş benim kasdettiğim o geleneksel anlayışı göstermektedir. Gazzâlî, hayatının sonunda, kitâbî bilgilenme, salt selülozik bilgilenmeden daha öteye, kalbî bilgilenmeye geçmiştir.” (s.66)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked