Atlantik hegemonyası, Avrupa; Türkiye, İran, Rusya
Süleyman Seyfi Öğün’ün “Türkiye, İran ve Rusya (2)” başlıklı yazısından alıntılar:
“(…) Rusya, güçlü bürokrasisi ve askerî gücü; İran birleştirici kuvvetli bir doktrini ve Türkiye hayli yıpranmış kurumsal yapılarına rağmen çok dinamik toplumsallığı ile temayüz ediyor. (…)
(…) Sovyet Devrimi sanki emeğin kurtuluşu gibi gözükse de, kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, süreç proleteryanın kurtuluşuna değil; tam tersine nüfusun daha ağır şartlarda “proleterleştirilmesine” doğru evrildi. Üstelik bütün dünyâyı hayran bırakan Rus edebiyatının inceden inceye işlediği “Derin Rusya”yı karakterize eden inanç kaynaklarını hayli kuruttu. Büyük kitlelerin elinde sâdece “votkası” ve “tüketim açlığı” kaldı. Sovyetlerin tasfiyesi sonrasında toparlayıcı tek güç yine bürokrasi oldu. O halde Rusya’nın en büyük dezavantajı dinamik bir toplumsal arkaplânı olmayışıdır.
(…) İran-Irak savaşı İrân’da tek bir şeye; rejimin konsolidasyonuna yaradı. Fars dil ve edebiyatının, güçlü, lâkin etkili abartılarıyla kendisinden emin kıldığı büyük bir kitleyi bir de içinde güçlü bir gelenek olarak şehitlik kültürünü barındıran Şiî inancı birarada tutuyor. İran, dünyânın İran’dan ibâret görüldüğü tuhaf bir diyâr. (…) Ama dinamizm açısından İran, tıpkı kuzey komşusu Rusya gibi halâ çok eksik ve zayıf.
Gerek İran, gerek Rusya’nın Batılılaşma; kendisini Batı’ya anlatmak gibi bir iddiası ve derdi yok. Elbette her iki diyârdaki düşünce târihinde keskin Batıcılar oldu. Ama yerlilik her ikisinde de daha baskın bir eğilimdir. Bu sebeplerle gerek Rusya, gerek İran, reelpolitik dünyânın hesap ve hesaplaşmalarına endişesiz ve bodoslama girebiliyorlar.
Tıpkı Rusya ve İran gibi güçlü “devlet-ulus” olan Türkiye’de, tablo farklılaşıyor. Türkiye tercihini Batı’dan yana koydu. Bu biraz da, hesâbının Rusya’nın Osmanlı ve Türkiye Cumhûriyeti’ni hedef alan ihtiraslı Doğu Akdeniz siyâsetleri ve İran ile Türkiye arasındaki târihsel rekâbetin etkilerinden sorulması gereken bir durumdur. Atlantik güçleri dâima bu gerilimleri derinleştirerek siyâsetler üretti. (…) Türkiye tercihini Batı’dan yana koymak suretiyle coğrafyasına ve târihine yabancılaştı. Buna mukâbil önce Cumhûriyet, daha sonra da demokratik deneyimini ve “kabuğunu kırıp gelişme azmini” kazandı. (…) Türkiye bir taraftan “sıfır noktasından” hareketle kalkınırken, diğer taraftan kimlik siyâsetleri ekseninde ulus inşâsında birleştirici, yapıştırıcı unsurları sağlamakta büyük sorunlar yaşamaya başladı. Son yirmi senede belimizi bir hayli doğrulttuk. Ama ne Rusya, ne de İran ile kıyaslanamayacak kadar yüksek bir toplumsal dinamizm ile oralarda benzerlerini göremediğimiz kültürel bölünmüşlüğün sorunlarını ve kavgalarını birarada yaşadık. (…)
15 Temmuz gerçekten de çok kritik bir târihsel eşiğe işâret ediyor. Önümüzde Avrupa kapısının kapandığı, Atlantik hegemonyasının Türkiye’yi gözden çıkarmış olduğu ihtimâline dâir güçlü emârelerin ortalıkta kol gezdiği bir tablo var. (…) Türkiye eksenini hafifçe oynattı ve Rusya ve İran ile yakınlaşabileceğini hissettirdi. (…) Dahası Türkiye artık Suriye meselesine doğrudan dâhil oldu. Şimdi top Atlantik ve onun diz çöktürdüğü Avrupa’da. 15 Temmuz onlara Türkiye’nin kolay lokma olmadığını yeteri kadar gösterdi. Kurumları ne kadar tahrip edilmiş olsa da Türkiye Cumhûriyeti, güçlü toplumsal dinamikleriyle Ortadoğu’nun bin senelik devletli târihinin en büyük aktörüdür. (…) Mâceracı bir çıkarsama yapmıyoruz ama; Türkiye, İran ve Rusya’nın ortak siyâsetler geliştirebildiği bir coğrafyada Atlantik için işler iyi gitmiyor demektir.”
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
No Comments