Basar-ı İlâhî (İlâhî Görme) hakkında
Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî (h.767-826), mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun (m.1865-1941) olan İnsân-ı Kâmil adlı eseri yayına hazırlayanlar merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın (1937-1995), Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal‘dır. İz Yayıncılık’dan çıkan kitabın bendeki 4. Baskısı 2015’de yapılmış olanıdır.
Bu eserin Yirmiikinci Bâb’ının başlığı (“Basar-ı İlâhî Hakkındadır”) altındaki ‘Nazmın Tercümesi’nden ve onu izleyen bilgilerden yapacağım bazı alıntılamalar (parantezle kelimeyi ve ifadeyi kolay anlaşılır hâle getirmeye çalıştım) bu yazıyı oluşturacaktır.
“Allah’ın basarı, ilminin mahall-i tecellîsidir.(Allah’ın görmesi ilminin tecellî yeridir.) / Allah nefsini gördüğü gibi âlemi de görür. Allah’ın ma’lûmunun kâffesi, basarının aynıdır. (Allah’ın bilinenlerinin hepsi görmesinin ta kendisidir.) Allah’ın bunların kâffesini ayânen görmesi dâimdir. (…) İlim ile basar Hakk’ın iki vasfıdır. Hakikatte tek şey ise de, iki sıfat i’tibar edilince bu başka, o biri başkadır. Çünkü Basîr ile Alîm bir değildir, ayrı ayrı sıfatlardır.”
“(…) şurası da ma’lûmun olsun ki, Hak Teâlâ’nın basarı, ma’lûmatını şuhûdu (görmesi) itibariyle, zâtından ibârettir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, ilmî başlangıç itibariyle zâtın ta kendisidir. Çünkü Hak, zâtı ile bilir, zâtı ile görür ve zâtında taaddüd (çoğalma) yoktur. İlminin yeri, görmesinin yeridir. Görmesi ile murâd, meşhed-i İyânîde (apaçık görme yerinde) ilminin tecellîsinden başka bir şey değildir. Yine ilmi ile murâd, hakikat âleminde baktığı yeri idrakten başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, zâtı ile zâtını, kezâ zâtıyla yarattıklarını görür. Dolayısıyla zâtını görmesi, mahlûkâtını görmesinin aynıdır. Çünkü basar (görme) ilâhî tek vasıftır. (…) İşte bu sûretle Hakk’ın şeyleri görmesi lâ-yezâldir (bitimsizdir). Şu da belirtilmeli ki, iradesi taalluk etmedikçe (ilişmedikçe) bir şeye bakmaz. Bu bir şerefli nüktedir, bunu anla!
Zikredilen açıklamaya göre eşyâ (şeyler) ebediyyen ve hiç bir zaman Hak’dan mahcûb (kapalı) ve mestûr (perdeli) değildir. (…) İşte nebevî hadîsde geldiği gibi, Allah’ın kalbe şöyle ve şöyle her gün nazarı (bakışı) vardır, buyurulması bu kabîldendir (türden). Ne var ki, Kur’an’da “Allah onlara söz söylemez ve onlara nazar etmez” (Âl-i İmrân, 3/77) buyrulması bu türden değildir. Çünkü bu âyetteki nazar, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takrîb ettiği (yaklaştırdığı) kullarına lütuf buyurduğu ilâhî rahmetinden ibârettir. Yukarıdaki hadîsteki nazar ise böyle değildir. O nazar kalbedir; hadîste geldiği yönledir.
Kezâ kalbe nazar da her gün şöyle şöyle nazar ettiği kâlb, ilahî nazardan hiçbir zaman kayıplı değildir.
İlahî nazar hakkındaki bu izâhâtın altında öyle sırlar gizlenmiştir ki, bu sûretle tenbihten başka şekilde o sırları keşf mümkün olmaz. İrfânı olan irfânına bağlı ve düşkün olma, gereğini ısrarla ve devamlı olarak yapma durumundadır. Te’vile sapan elbette bir tür çalışıp çabalamaya ara verme gibi tehlikeyle karşı karşıyadır. Bunu anla!
Basîret ayniyle Hakk’a nisbet olunan ‘kadîm basar(görme)’ dır. Şeylere kendisinden bakmayıp da kâlb yerinden bakarsa o basarın adına ‘basîret’ adı verilir. Bu sır senin için keşf olunursa, – o da ancak Allah’ın lutfuyla keşf olunur- şeylerin hakikatlerini olduğu gibi görmeğe muvaffak olursun. Görmenden hiçbir şey örtülü ve kapalı olmaz. İşini Cenâb-ı Hakk’a döndür; sen sensiz sen ol! Hattâ sen de olma; belki istediği gibi sende tasarruf eden Allah olsun. ‘İstediği gibi tasarruf’ dediğim, vasıfları ve isimlerinin gereğine göre tasarrufu demektir.
Bu sözlerdeki örtücü kabuğu at! Parlak özünü tenâvül et (alıp ye)! “Ben yüzümü yeri ve göğü halk eden zât ve ecell-i a’lâya istikâmetle tevcih ettim (yönelttim). Ben müşriklerden değilim.” (En’âm, 6/79) ayetinin hakikatini anla!”
No Comments