Başkanlık sistemi tartışmalarına önemli bir katılım: M. Şükrü Hanioğlu’nun yazısı

 

Başkanlık sistemi tartışmaları sürecinde ciddî ve akademik-entelektüel düzeyde bir yazıyla karşı karşıyayız. Her yazısı ile kıymet yönünden dikkat çekmesi ve istisnai bir köşe yazarı olduğunun anlaşılması gerektiğini düşündüğüm M. Şükrü Hanioğlu bu günkü yazısında (“Sistem ve gelenek”, Sabah, 15.05.2016), “Türkiye’nin soğukkanlı biçimde, fayda-maliyet analizleri yaparak tartışması gereken ‘sistem’ tercihi alanında ‘gelenek’ten kaynaklanan bir zorunluluk bulunmadığının” gözönüne alınması gereğine vurgu yapmakta.

Sıklıkla atıfta bulunulan konulardan birisinin “gelenek” olduğuna dikkat çeken yazar, bu konuda iki zıt görüş bulunduğunu, bunlardan birisinin ” ‘başkanlık sistemi’nin geleneğimize, özümüze dönüş anlamına geldiğini ileri sürdüğünü”, karşı tezin ise ” ‘140 yıldır süren parlamenter Sistem’in Türkiye’nin siyasal ‘geleneği’ haline geldiğini, bu nedenle sürdürülmesinin gerekliliğini savunduğunu ifade etmekte. Böylece, söz konusu yazıda iki zıt yaklaşımın da farklı anlam ve içerikte “gelenek” temelli olduğu belirtilmekte.

Yazar iki yaklaşımın da yaslandığı “gelenek” üzerinde bir tarihçi, ve siyaset-bilimci olarak durmakta, bilgiler vermekte ve sonuçlara varmakta.

İşte yazıdan bazı alıntılar:

“Tanzimat öncesi Osmanlı düzeni değerlendirildiğinde bunun, genellikle varsayılanın tersine, Weberyen “Sultanizm” kavramsallaştırmasının her türlü frenden azâde, ideal örneği olmadığı görülür. Sistemin patrimonyal karakteri, bâzı padişahların gücü şahıslarında toplamaları, dönemin Osmanlı siyaset yapımındaki fren ve denge mekanizmalarının görülmesini engellememelidir. Bu dengeleri iyi yönetemeyen, frenleri kaale almayan sultanlar iktidarlarını sürdürememiştir.
(…) 1826 sonrasında “vurucu gücü”nü kaybeden ulemâ sistemdeki etkinliğini yitirmiş ve çok aktörlü iktidar dengesi, Saray ile Bâb-ı Âlî arasındaki iki kutuplu mücadeleye indirgenmiştir.
II. Mahmud iktidarı saraya taşımış, Tanzimat döneminde ise Bâb-ı Âlî tedricen karar alım merkezi haline gelmiştir. Âlî Paşa’nın vefatı sonrasında yeniden güç kazanmaya başlayan saray, II. Abdülhamid’in ustalıkla inşa ettiği yeni patrimonyal rejimde rakipsiz siyaset yapıcısı rolünü üstlenmiştir.
Bu yapının belirli bir “gelenek” inşa ettiğini savunmak zordur. Bir toplumsal sözleşme yerine fiilî uygulamalar ve alan kazanımıyla yürütülen bir iktidar mücadelesi iki kutuptan birisini öne çıkaran uygulamaları yaratmış, buna karşılık, süreklilik arzeden bir “gelenek” üretmemiştir.
(…)
Meclis-i Meb’usan’ın faaliyetine başladığı 19 Mart 1877 gününün parlamenter rejimin başlangıcı olarak kabûlü kâğıt üzerinde anlamlı gözükebilir. Ancak meb’usan ve âyânın yürütme karşısında son derece güçsüz kılındığı bir rejim ve bunun, meb’usanın toplam beş ay çalıştığı bir yıllık süreç sonrasında fiilen askıya alınması, değerlendirme yapılırken ihtiyatlı olunmasını gerekli kılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında 1878-1908 arasındaki otuz yılı, parlamentarizm “deneyimimiz”in içine katmak yerine, Bâb-ı Âlî’nin de devre dışı bırakılarak siyasî gücün bütünüyle saraya taşındığı bir dönem olarak görmek gerekir. 1908 sonrası kısa ömürlü parlamentarizmin de Bâb-ı Âlî baskını sonrasında örgüt kültü temelli bir tek parti iktidarının gölgesinde kaldığı unutulmamalıdır.
Dolayısıyla imparatorluğun parçalanması sürecine girildiğinde, kâğıt üzerinde kırk yıllık gözüken “parlamenter deneyim” uygulamada beş senelik bir geçmişe sahipti ve “gelenek” oluşturabilecek bir süreklilik de göstermemişti.
Tüm güçleri elinde tutan, olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin yürüttüğü mücadele sonrasında kurulan yeni Cumhuriyet, köklü bir parlamenter “gelenek” değil ileriye götürülmesi mümkün bir “tecrübe” devralmıştı. Bunun üzerine konulması yerine meclisi bürokrasinin uzantısı bir kurum haline getiren tek parti rejiminin tercihi, 1950’ye kadar ciddî bir parlamentarizmin gelişmesini engellemiştir.
(…)
Türkiye’de parlamenter rejimin belirli ölçüde işleyebilmesi 1950 sonrasında gerçekleşebilmiş, ancak darbeler, askerî müdahaleler ve bürokratik vesayet “parlamenter gelenek”in güdük kalmasına yol açmıştır. Bu, bir “gelenek”in oluşmadığı anlamına gelmez. Buna karşılık oluşan “gelenek” iddia edilen tarihî geçmişe sahip olmadığı gibi süreklilik de göstermemiştir.

Osmanlı ve Cumhuriyet siyasetinin mirası, yazılı kuralların ikinci planda kaldığı, süreklilik yaratılamadığı için teâmüllerin oluşmadığı ve bu nedenlerle “sistem” alanında belirli tercihi zorunlu kılan “güçlü gelenek”i yaratmaktan uzak bir “iktidar mücadelesi”dir.
Bu yapılırken son derece geniş bir “siyasal gri alan” kural ve gelenekler değil karizma ve güç neticesinde belirlenmiş, de facto uygulamalar öne çıkmıştır. Günümüz Türkiyesi’nde de durum farklı değildir. Temelleri 1982 Anayasası tarafından atılan ve cumhurbaşkanının halkoyu tarafından seçilmesi ile tahkim edilen çarpık yarı başkanlık rejiminde de geniş bir gri alan karizma ve lider kültü ve karizma benzeri faktörler çerçevesinde paylaşılmaktadır.
Türkiye’nin bu fiilî durum yerine parlamenter, yürütme alanının yasalarla belirlenen kurallar çerçevesinde paylaşıldığı yarı başkanlık ya da başkanlık sistemlerinden birisinde karar kılması anlamlıdır.
Bu alanda tercih yapılırken söz konusu üç sistem konusunda fayda-maliyet analizleri ile özgün yapıya uygunluk çalışmalarının yapılması doğaldır. Bunu yapan ilk ülke de Türkiye olmayacaktır.
…” (alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked