Bir Ahlâk Davası Nurettin Topçu
İsmail Kara‘nın Cumhuriyetin 100. Yılına Armağan ve Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınlarından çıkan bu kitabından (s. 76-77) yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
” (…) Bir asırdan beri memleketimizin başta gelen derdi medeniyet meselesidir. Geçmişte büyüklüğü dünyaca bilinen Türk milletinin medenî varlığa sahip olmadığını önce Batı’yı tanıyanlar ortaya attı. Tanzimatla başlayan Batı münasebetleri birçok nesillerin gözünü kamaştırdı. Aydınlar denilenler Batı’nın yükselişindeki sırrı aramaya koyuldular ve bu araştırmayı yaparken farkında olmadan kendi iç dünyalarını Batı’nın içinde buldular. Birbiri ardı sıra birkaç nesil ‘Avrupa’ya benzemek için ne yapalım?‘, ‘Garplılaşma nasıl olmalı?‘ diye uzun zaman sayıkladılar.
O nesilleri Batı taklitçiliğine, hem de ruhları duymadan sürükleyen kuvvet, başlangıç noktasında bağlandıkları aşağılık duygusu olmuştu. Bu duygunun kendi içimize akıttığı zehir bizi küçülttükçe küçülttü.
Böyle bir içten yıkılış faciasının karşısına dikilen muhafazakâr zümre, Batı taklitçiliğini protesto ederken sade taassubunu kullandı. Onlar için mesele sadece Batı’ya benzememek davasıydı; millî varlığımız hakkında bir fikirleri yoktu. Inkılâpçılar, örflerle kıyafet değiştirmede kurtuluşumuzun sırrını aramak gibi gülünç bir davaya kendilerini kaptırırlarken, muhafazakârlar eski hayat şekillerine sımsıkı bağlanmada felah ümidi buldular. Batının şekillerini, gümrüklerden mal çıkarır gibi memleketimize sokanlarla sakalda ve sarıkta kerâmet bulanlar kıyasıya birbirleriyle çatıştılar. Hâlâ o çatışma devam etmektedir.
Her iki tarafın gâfil olduğu şey, kendi millî kültürümüzü yoğurmanın lüzumlu oluşudur. Hakikatte, bin yıllık tarihimiz içinde ortaya konmuş olan Anadolu Müslüman Türk kültürünü örfleri, folkloru, edebiyatı ve güzel sanatlarıyla, tasavvufu ve tarikatlarının felsefesiyle, İslâmî ahlâkıyle bir potada yoğurmak, davanın esasını teşkil ediyordu. Öyleyken bunların hepsini ayakları altına alıp Garplılaşma sevdasına kapılan aşağılık ruhlar, milletimize önderlik görevinde aralıksız nöbet değiştirdiler.
Bir asır bile geçmeden millî kültürden elimizde hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Yenilik cereyanının bayrağını çekenlerin hepsi de bin yıllık bir milletin kültürünü bir pula satmaya hazır Batı hayranlarıydı. (…)”
“(…) Esasında ilim Batı’nın malı değildir. İnsanlığın çocukluk devrinde, Asya kavimlerinin kucağında hayata kavuşmuştur. Ancak onun bütün karakterlerini kazanarak kendi iradesinin bütün şuuruna sahip olması, Batı medeniyeti dediğimiz Rönesans’tan sonraki Avrupa medeniyeti içinde mümkün olmuştur.
Biz Batı’nın iki şeyini yanlış anladık; iki yüzünü tersinden gördük: İlmini ve ahlâkını. Batılılaşmak isterken onun ilmini alıp ahlâkını almamak kararını verdik. İlimle ahlâkın aynı kökten çıktıklarını bilemedik. İlmi de güya almak isterken, bir müze malı gibi veya bir şöhret kürkü gibi mahfazalar ve bohçalar içerisinde güzidelerle münevver geçinenlerin tamaşasına mahsus, cemiyetin hayatiyle alâkasız bir antika eşyası halinde aldık. Gümrükten çıkarıp kütüphanelere yerleştirdik. Birçok şeyleri ezberden bilenlere diploma dağıtttık, kürsüler sunduk. Emirlerine uşaklar tahsis ettik. Kendilerine keramet sahibi, evliya gözüyle baktık. Emirlerini ferman saydık. Üstadlara ilişmedik. Üniversite binalarını sultan sarayları kadar muhteşem yaptık.
Bugüne kadar hâlâ anlayamadık ki ilim bir müzeyi andıran üniversite sarayının dört duvarı arasına hapsedilecek bir esir değildir. O, cemiyetin hayatına, damarlarımızdaki kan gibi yayılarak dağılacak ve benliğimizi idare edecek cevherdir. Kitaplara hapsedilen ciltlerle nazariyeler (teoriler) halinde Batı’dan aktarma bilgiler ilim değildir. Üniversiteyi ne kadar muhteşem bina etseniz (kursanız), damarlarımızda ilmin hayatı cereyan etmedikçe, onu dışarıdan almak kabil olmayacaktır. Peki alanlar nasıl aldılar ve bu ilim nasıl bir şeydir? Onu meydana koyan şartlar nelerdir? (…)(s.76-77) (dipnot 36: 1970 tarihli ‘Önsöz‘ ve 1955 tarihli ‘Garbın ilim zihniyeti ve ahlâk görüşü‘ makalesinden, Kültür ve Medeniyet içinde, 2.bs., İstanbul, Dergâh Yay., 1998, s. 11, 30-31.)
No Comments