Bir eserden “ilim”(bilgi) hakkında sözler
13. yüzyılda yaşamış Sadreddin Konevî Hazretleri (d.1210-v.1274), “Fatiha Suresi Tefsiri” adıyla Ekrem Demirli tarafından tercüme edilmiş eserinde (İz Yayıncılık; 4. Baskı: İstanbul, 2009; ISBN 975-355-471-8) “ilim” (bilgi) hakkında günümüzde önemli ve sıradışı olduğu ve kavranmasının kolay olmadığı söylenebilecek sözler ortaya koymuş 7-8 asır önce. Bunlardan birkaçını aktaracağım.
“(…) Sonradan gelen bir resul, önce gelmiş resulü ikrar ve tasdik eder. Çünkü bütün nebilerin bilgilerini aldıkları kaynak birdir. Onlar, Haktan bilgilerini alırken idrâk melekeleri, müktesep ilim ve itikatların, ilgilerin ve daha önce işaret edilen şeylerin hükümlerinden temizlenmiştir. (…)” (s.79)
“(…) İlmi tarif eden kişi, ya onun sırrını bilmiyordur veya biliyordur. İlmin sırrını bilen kişi, tarifinde bazı özellikleri açısından ilmin mertebesine dikkat çekmeyi amaçlar, yoksa tam olarak onu tarif etmek istemez. O dikkat çekici tarifin de bir sırrı vardır. Bu da, tarif edenin ilmin hükümlerinden veya sıfatlarından birisini bilmesidir. (…) Bu sayede akıllı kişi, ilâhî mükâşefeler elde etmezden önce, muhakkiklerin ‘Allah’ı ancak Allah bilir’ ve ‘mutlak birlikte tecellî imkânsızdır’ gibi ifadelerin anlamını kavrar. (…)” (s.83-84)
“(…) Gerçekleşmesi bilenin zâtından başka bir şeye bağlı olmayan ilim fiilî ilimdir. Bu özellikle çelişen ve bundan farklı olan ise, edilgen ilimdir. Kul ile Rab arasında vasıtanın bulunmadığı ve tahsili için çabanın gerekmediği ilim, vasıtalar yoluyla elde edilse bile vehbî ilimdir. Çaba ile ve bilinen vasıtalar yoluyla elde edilen ilim ise, müktesep ilimdir. İlim, imkânları açısından
mümkünlerle ilgiliyse, bu ilim kevnî ilim diye isimlendirilir. Böyle olmayan ilim ise, Hak veya O’nun isim ve sıfatlarıyla ilgilidir. (…)” (s.88)
“(…) İlmin sırrı, gayb mertebesinde onun birliğini bilmekten ibarettir. Böylelikle, ilim ile vasıflanan müşâhede sahibi, müşâhedenin ardından Rabbinin nûru ile yine birlik sıfatıyla ilme ve ilmin birliğinin mertebesine muttali olur. (…)” (s.89)
“(…) Allah’ın öyle kulları vardır ki, bazı vakitlerde ilâhî ikrâm nefhâlarının tecellisi esnasında kendilerinde bir takım hâller ârız olur; bu hâller, o kimselerin Haktan başkasından yüz çevirip, yetkin bir tezkiyenin ardından kalplerinin vecihleriyle* en kısa zamanda ilâhî-Gayb-ı Mutlak hazretine yönelmelerini gerektirir. Böylelikle onlar, Hakkın dilediği ilâhî ve kevnî sırları idrak ederler. [*Kalb, sûfî idrâkin mahallidir. Bununla birlikte, kalbin farklı yönleri bu bilgiyi çeşitli şekillerde idrâk eder. Konevî bunları çeşitli ifadelerinde açıklar, ancak şimdilik, ‘kalbin vechi’ terimiyle kast edilen şeyin, kalbin ilâhî tecellinin tam karşısında bulunduğu durumu olduğunu belirtelim. (…)] (s.108)
“İttifak edilen şeylerden birisi şudur: Allah’ın hakikatini, kendisinden başka hiç kimsenin ilmi ihâta edemez. çünkü, O’nun hakkında belirli bir hüküm taayyün etmediği gibi, O, hiçbir vasıf ile de sınırlanmaz, belirlenmez, taayyün etmez ve sonsuzdur. Hiçbir şekilde taayyün etmeyen şeyin taakkul edilmesi mümkün değildir; çünkü akıl, kuşatamadığı ve kendisince belirginleşmeyen bir şeyi ihâta edemez. (…)” (s.154)
No Comments