Bir Felsefe Dili Kurmak/Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi İSMAİL KARA
dergâh yayınları : 228 Felsefe dizisi:2 eserin (Birinci Baskısı: Mayıs 2001) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Bir toplumun ve onun içinde varlık alanına çıkan bir ferdin bilgi ve düşünceyle olan irtibatı, kültürel hafızası kendisinden daha büyük ve belirleyici bir daire olarak “tarih” içinde, tarihle birlikte ete kemiğe bürünür. Tarihle insan arasındaki çok yönlü irtibatlar şüphesiz sadece aktif-pasif veya hâkim-mahkûm unsurların ilişkisi şeklinde gelişmez; insanoğlu tarihin ve tevarüs ettiklerinin zebunu (âcizi) olduğu kadar, aynı zamanda bu süreçlerin ve birikimlerin inşa edici ve dönüştürücülerinden biri olarak da karşımıza çıkar. Buhranlı ve kritik dönemler, bir toplumun farklılaşan/değişen şartlarda kendi tarihiyle ciddî bir münâkaşaya ve mücâdeleye, zihnî bir tartışmaya ve yeni bir ilişkiye girmeye mecbur olduğu dönemler olarak da algılanmaya uygundur. Hangi şekilde ve hangi seviyede algılanırsa algılansın “bu hallere niye düştüm/k” sorusu “Ben kimim?”, Nerede duruyorum?”, “Etrafımdaki yakın-uzak, dost-düşman hâleler kimlerden ve nelerden oluşuyor?” sorularını ve peşisıra muhasebesini de gündeme getirecektir.
Buhranın sebebi (veya sanığı) tarih olduğu gibi onu aşmanın yolu da paradoksal olarak tarihten geçmektedir; tarihe tamâmen mahkûm olunduğunda buhran devam edecek, tarihten tamâmen kopulduğu zaman ise kendi olmaktan çıkılacaktır. Kendi olmaktan çıkmak buhranı çözmek değil krizi, kritik edilmeye değer olanı ciddiye almamak anlamına gelir ki, bunun varacağı yer insanoğlunun / milletin kendi değerini, varlarını ve irtibat noktalarını kaybetmesi olacaktır. Şaşkın veya vurdumduymaz hale gelmiş insan tekleriyle artık “millet” tanımının gereken netlikte ve düzeyde yapılamayacağı ve bunlara yaslanacak siyasî organizasyonun ayakları yere basan herhangi bir siyasî ve ahlâkî iddia taşıyamayacağı da açık olsa gerektir. Bir başka ifadeyle ihya ve yenilenme yani krizi aşma, -çağdaş müslüman ve Türk aydınlarının genellikle tasavvur ettikleri ve yaptıkları gibi- tarihi atlayarak, onu menfi / karanlık bir alan haline dönüştürerek değil tarihin içinden tenkit süzgeçleriyle geçerek, hayatiyet damarlarının güç devşireceği kaynağa, kaynaklara, çok yönlü tecrübeler hazinesine varmakla imkân dâhiline girer. Buna ferdin tarihini ve kendini yeniden hatırlaması, dönemin ihtiyaç ve icbarlarına göre yeniden yorumlaması, hafızasının dumûra uğramış bölgelerini harekete geçirmesi de diyebiliriz. Zâten hiçbir ilmî ve fikrî çaba, kendini ortaya çıkaran zincirin / silsilenin halkalarıyla ciddî irtibata geçmedikçe kim/ne olduğunu, kimin/neyin izini sürdüğünü vuzuha kavuşturamaz; kendini var kılamaz.
(…) Zikzaklar, yön tayin etmekte zorlanan hareketlilik ve karmaşa, tereddütler, güvensizlik… yan yana ve içiçedir. Çözüm arayışları ve şahsî-kolektif tartışmalar, bir seviye tutturmak çabasıyla ve ısrarla sürdüğü müddetçe farklı, yer yer zıt renklere bürünen bu karmaşa sadece bir zaaf değil aynı zamanda bir imkândır. Zaaf ve tehlikenin barındığı yer ise, aynı hat üzerinde veya farklılaşarak sürmekte olan krizi unutmak veya buhranın geçtiği / aşıldığı vehmine kapılmaktadır. Kriz dönemlerinde milletlerin önüne düşen kişilerin, toplumsal seferberliği sağlamak maksadıyla buhranın aşılmakta olduğu / aşıldığı yolunda edebî ve gür sesli beyanlarda bulunduklarını ve âtıl, ümitsiz, tedirgin kervanı ayağa kaldırarak yola düzdüğünü biliyoruz. Kısa vadeli bu beyân ve siyâset (siyasî hile) anlaşılabilir hattâ doğru bir şeydir ve fakat bir müddet sonra öncünün ve onu izleyen kişilerin bu beyan ve siyasî hileyi gerçek sanmaları / gerçeğin tamamı olarak sunmaları krizi derinleştirmekle kalmaz, onun tam ağırlığıyla hissedilmesi imkânlarını da ortadan kaldırır.
(…) Türkiye’de modern felsefenin tarihi ve problemleri yok, ideolojisi var. Bu tesbit doğru ise mevcut menfî durumun gelecekte kat edilecek yollar ve alınacak mesafeler için de ciddî bir problem teşkil edeceği söylenebilir. Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında, özellikle 1924’ten sonra mevcut siyasî ve psikolojik şartların beslediği, yakın ve uzak Osmanlı tarihine / kendi tecrübemize mesafeli duruşun sebeplerini anlamakta zorlanmasak bile bu sebepler/ şartlar kümesinin Türk ilim ve fikir tarihi çalışmalarının önünde hâlâ fiilî veya psikolojik bir engel olarak durması, herhalde kabul edilebilir olmasa gerektir.
(…) Çağdaş Türk düşüncesinin problemleri kadar imkânlarına ve zenginliklerine de işaret etmeye çalışan bu araştırmanın gerçekleştirilmiş iki dar amacı var: Biri II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında, felsefe grubuna dâhil ilim dalları başta olmak üzere modern bilimlere ait terimlerin Türkçede nasıl karşılanabileceği problemi üzerinde çalışmak, tercüme-telif eserlere ve ders kitaplarına zemin teşkil edecek şekilde sözlükler hazırlamak için kurulan Istılahat-ı İlmiye Encümeni’nin faaliyetleri ve yayınları hakkında bilgiler vermek, yorumlar yapmak; ikincisi de bu çabaların içinde doğrudan bulunmuş, Darulfünun’da felsefe grubu dersleri hocalığı yapmış Babanzâde Ahmed Naim Bey’in, bizzat gerçekleştirdiği telif ve tercüme faaliyetlerinden yola çıkarak felsefe terimleri konusunda yaptığı çalışmaları sözlük standartlarında ve sistematik olarak ortaya koymak; bu çalışmaları yaparken izlediği yöntemi ve ölçütlerini tesbit etmektir. Daha sonra gerek bizim gerekse meslekdaşlarımızın yapacakları çalışmalarla sonuçlandırılabilecek geniş amacı ise, bir yönü II. Meşrutiyet’ten öncesine doğru seyreden fakat ağırlıklı ikinci istikameti 1908’den Harf Devrimi’nin yapıldığı 1928 yılına, hattâ bu birikimin büyük ölçüde devreden çıkacağı 1933 Üniversite Reformu’na kadar uzanabilecek bir hat üzerinde, Türkiye’de felsefe grubu dallarında telif-tercüme eserlerin kavramlarını ve felsefe sözlüklerini karşılaştırmalı olarak bir araya getirmek; nihayet modern felsefe tasavvurunun Türkiye’de nasıl, kimler vasıtasıyla ve hangi seviyede, ne tür araçlarla oluştuğunu ortaya koymak ve yapılabilirse bu faaliyetler kümesinin mantığını çözmektir. (…) Bu malzeme ve çabalar sadece felsefecileri ve felsefe tarihçilerini değil modernleşme dönemi Türk düşünce tarihi, ilahiyat, sosyoloji, siyasî düşünceler tarihi, yeni Türk Edebiyatı, nihayet fikrî/siyasî akımlar üzerine çalışanlar başta olmak üzere çok daha farklı alanların mensuplarını da doğrudan ilgilendirmektedir. Çünkü XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Darulfünun’da, medreselerde felsefe grubu dersleri verenlerle bu sahada telif-tercüme eser yazanların meslekten felsefeci olmadıklarını, müderris, edebiyatçı, şair, fikir adamı, eğitimci vs. olduklarını, bu sahalarda da eserler verdiklerini biliyoruz. Dolayısıyla yeni fikirlerin oluştuğu, yeni tartışmaların yapıldığı bir değişim ve dönüşüm ortamında kimin, hangi kavramı, neyin yerine ve niçin kullandığı tam olarak bilinmediği ve bunlara bağlı olarak modern Avrupa düşüncesinin ayrı meslek ve meşreplere mensup aydınlar tarafından nasıl anlaşıldığı tesbit edilemediği zaman sosyal ilimlerin hemen her dalında derin ve açıklayıcı kavram, konu ve fikrî kronoloji çalışmaları yapmak hayli zorlaşacaktır. Bu satırların yazarını (Prof. Dr. İsmail Kara’yı) böyle bir çalışmaya sevkeden ana sâiklerden biri de meselenin bu çok yönlü ve hayatî özelliğidir.
Çalışmanın Giriş bölümü üç kısımdan oluşuyor. Birinci kısımda Türkçede modern felsefe ve bilim terimleri probleminin ortaya çıkışı ve sebepleri; Fransızca ağırlıklı terimlere karşılık aranırken Arapça menşeli kelimelerin tercihi; ikinci kısımda felsefe ve bilim terimleri alanında ilk bağımsız kurumlaşma olan ıstılahât-ı İlmiye Encümeni (Komisyonu) üyesi Rıza Tevfik’in Mufassal Kamus-ı Felsefe’si ile Felsefe Dersleri kitabı, üçüncüsü Encümen üyesi Mehmet Ali Aynî’nin İntikad (kritik /eleştiri) metnidir.
Giriş bölümünün sonunda yer alan Sonuç kısmında, Naim Bey’in artık pek farkında olunmayan felsefe terimleri ve felsefe çevirileri alanındaki mirasının ideolojik ve siyasî sebepler eşliğinde nasıl anlaşıldığı, daha doğru bir ifadeyle nasıl mahkûm edilerek kenara itildiği meselesi üzerinde bir iki kronolojik ve düşünce tarihi yazımıyla ilgili tesbit yer alıyor. Aslında bu tesbitler, bir örnek üzerinden Türkiye’de çağdaş Türk düşüncesi tarihi yazımının problemleri ve tıkanıklıkları olarak da ele alınmaya uygundur.
Malzeme ve muhteva olarak çalışmanın gövdesini teşkil eden I. Bölüm’de Babanzâde’nin terim tartışmaları alfabetik olarak ve atıflarıyla birlikte verilmiştir. Babanzâde’nin terim tartışması metinlerinin merkezinde soyut bir mesele olarak terim karşılığı bulma cehdinin olmadığı açıktır; felsefe terimleri örneğinde krizi aşmak ve bundan güç devşirmek için bir taraftan klasik İslâm felsefesi kaynakları ve bunların kavram dünyası bugüne doğru/ bugünün talep ve ihtiyaçlarına uygun hâle getirilmeye çalışılırken diğer taraftan da modern batı felsefesinin terimleri bir tür yerlileştirilmekte, onlara müellifin ifadesiyle “millî bir kisve” biçilmektedir. Hatları, muhtevası ve istikameti henüz netleşmemiş yeni bir mesele olması dolayısıyla da yerli ve yabancı muhataplarla sürdürülecek münakaşa müzâkereler uzun sürecek gibi düşünülmüş ve tercihler yapılmakla beraber nihaî kararlar için muhtemel yollar ve imkânlar açık tutulmuştur. Bu bölümün ana kaynağı, müellifimizin İlmü’n-Nefs tercümesine (dipnot: Mebâdî-i Felsefeden Birinci Kitap İlmü’n-Nefs, Georges L. Fonsegrive’in Elements de Philosophie kitabından notlarla tercüme, İstanbul, Matbaa-yı Âmire 1331(1915),648 s.) yazdığı, hacimleri birkaç cümle ile birkaç sayfa arasında değişen dipnotlar, kendi deyişiyle “haşiye”lerdir. (…)”
No Comments