Bir kitaptan bir bölüm
İsmail Kara‘nın Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm kitabının (dergâh yayınları 3. Baskı: Mart 2009) bir yerinden (s.190-191-192-193) bir yazı çerçevesinde yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“(…) Okuduklarımdan, ama daha ziyade yaşadıklarımdan; gördüklerim, dinlediklerim ve hissettiklerimden yola çıkarak Müslüman / İslâmî endişe sahibi halkın Cumhuriyet idaresinin din politikalarına yaklaşımı ve olup bitenleri değerlendirmesiyle alâkalı olarak şu tesbitlerde ve tasvirlerde bulunabilirim:
a) Türk halkının kültürel kodları ve zihniyet dünyası, laikliği devletin bir dininin olmadığı / dinsiz olduğu / dinlere karşı eşit mesafede olduğu manâsında anlamaya imkân vermemektedir. Çünkü devlet dinin ve cemaat olmanın bir merhalesi, bir uzantısı olduğu kadar aynı zamanda bunların üzerinde bir şemsiyedir. (Siyasî merkez de laikliği dinsizlik veya devletin bir dininin olmaması şeklinde sunmaktan her zaman dikkatle kaçınmış, böyle yorumlara karşı çıkmıştır). Din fikri ile devlet fikri birbirinin mütemmim (tamamlayıcı) cüzüdür. (…) Halk devlet adamlarının, paşaların dindar / dinine bağlı insanlar olmalarından büyük bir haz duyar; kendisi ibadetine çok düşkün olmasa bile Cuma namazına giden validen, kaymakamdan, üst bürokrattan, subaydan bu taraftarıyla bahsetmekten zevk alır. (…) b) Aydınların din etrafındaki şüpheleri ve ikircikli halleri halkta hiçbir zaman karşılık bulmamıştır. Bu aydınlardaki geniş anlamda din merkezli aşağılık kompleksinin halka sirayet etmemesi manâsında da anlaşılabilir. (…) Cumhuriyet devrinde dinî alanın daraltılması, tahrip edilmesi aslî değil geçici bir durumdur; bir imtihan ve musibettir. Din bir tartışma alanı olmadığı gibi bir tereddütler sahası da değildir. İlim, irfan ilerledikçe, dünya tanındıkça dinin itibarı ve kuvveti artacaktır; zafer muhakkaktır.
(…) “Müslüman olmayan Türk” halkın nazarında anlamlı, anlaşılabilir bir ifade değildir. Din ile devlet arasındaki zorunlu denebilecek ilişki bu aşamada milleti de içine alacak şekilde genişlemektedir. c) Ortada dinsizlik, dinde mübalâtsızlık (dikkatsizlik) ve ahlâksızlık varsa bu devletten veya cumhuriyetten (sistemden?) değil işbaşında bulunan kişilerden kaynaklanmaktadır. “Devlet bizimdir, başındakiler kötüdür” veya “İşbaşına ‘iyi’ (dindar ve yetişmiş) adam getirmek lâzım” fikri muhtemelen halkın siyasete ve demokratik teamüllere katılımını sağlayan, teşvik eden en önemli figürlerden biridir. Cemaatların ve tarikatların sağ, muhafazakâr, dindar siyasî partilere destek ve temsilci vermekte hayli istekli ve cömert davranmalarının arkasında korunma dürtüsü kadar bu yaklaşım tarzının da etkili olduğu muhakkaktır. Bu idrak tarzında soyut bir devlet (ve sistem) fikri güçlü bir şekilde yoktur; tarihten gelen kişi merkezli devlet anlayışı hâkimiyetini sürdürmektedir. (dipnot:Şahsî tecrübelerimden bir örnek vermem gerekirse; İmam Hatip Okulu (1967-73) ve Yüksek İslâm Enstitüsü (1973-77) talebesi iken hocalarımızın nerede ise tamamının, eğitim almış ve dinî konularda iddialı insanlar olmalarına rağmen bir sistem fikrine sahip olmadıklarını, İmam-Hatip mezunlarının kaymakam, vali, profesör, dekan, rektör, bakan, başbakan (mevki ve güç sahibi) olmaları halinde işlerin iyiye doğru gideceğine, memleketin kurtulacağına inandıklarını şahit olmuştum. Kendileri elbette bunu kabul etmezlerdi ama hocalarımın kafalarının sıradan Müslüman vatandaş gibi çalıştığında şüphe yoktu.). Türkiye örneğinde çok partili hayata geçişin, ağır-aksak da olsa demokratikleşmenin aynı zamanda normalleşmeye, daha çok dindarlaşmaya ve İslâmın “yeni şekilleriyle” görünür hale gelmesine sebebiyet vermesi de derinden akan bu fikir ve süreçlerle alâkalıdır. Merkezî bürokrasinin ve aydınların demokratikleşme ile dindarlaşma ve İslâm arasındaki bu irtibatı irtica / irticanın yükselişi olarak yorumlaması ise bir adım ötede demokrasiye mesafeli durmaya, yer yer de din düşmanlığına dönüşmektedir. (dipnot: Falih Rıfkı Atay’ın “Türkiye’de demokrasi, hoca ve mürteci saltanatı demektir” sözleri için bk. Eski Saat 1917-1933, İstanbul, 1933, s.433.) Gerçekten de aydınlar tarafından dar yorumlara mahkûm edilen Türk demokrasisinin böyle ciddî problemi vardır. Çünkü teorik olarak laiklikle demokrasi arasında kurulan müsbet ve tartışmasız ilişki Türkiye örneğinde arzu edildiği ölçüde işlememekte, beklenmedik aykırı ürünler vermektedir. d) Toplumun, milletin hattâ ‘çevre’nin dindarlığı ve Müslümanlığı tek tek insanların dindarlığından ve Müslümanlığından çok daha büyük ve kuvvetlidir. Dindarlık (…) geniş bir yelpaze manzarası göstermesine rağmen toplumun (daha fazla) dindarlaşması esas itibariyle halkı, Türkiye’de yaşayan insanları rahatsız etmez, aksine açık veya örtük bir memnuniyete sebebiyet verir. Dinin tartışıldığı ortamlarda hemen her gruba mensup insanın “Biz de Müslümanız, ama…” diye söze başlamasının, İmam Hatip okullarına talebe gönderen velilerin ve ailelerin dağılımının zannedilenin aksine çok renkli ve gayrımütecanis (heterojen) olmasının bir sebebi de budur. (İslâm dünyasında ve Türkiye’de nerede ise eşzamanlı olarak Siyasal İslâm, Radikal İslâm, şiddet, terör, kör testere ile kesmek, mahalle baskısı gibi kelime ve kalıpların güçlü ve etkileyici birer unsur olarak devreye sokulması aslında din merkezindeki bu büyük uzlaşmayı çözmeye ve dağıtmaya dönük teşebbüsler ve hareketlerdir). e) Müslüman Türk halkı Cumhuriyet devrinde din meselesinin ciddî olduğu kadar hassas ve nâzik bir mesele olduğunun nerede ise insiyâkî (his ve tabiî sevk ile vuku bulan) olarak tamâmen farkındadır. Bu derinden farkındalık onu dinî konularda kapıları zorlamaktan, dinî doğrudan bir muhalefet ve çatışma aracı olarak görmekten / kullanmaktan alıkoyar. (Modern eğitim almış, daha aktivist İslâmcı kişi ve grupların Türkiye’de din-siyaset ilişkilerinin hassasiyetlerine riayet konusundaki davranış biçimleri halkın davranışından nisbeten veya tamamen farklılık gösterir. Bunun tabii bir neticesi olarak aktivist dinî hareketler halkın siyasî davranış biçimini, bunun üzerinden din anlayışını küçümser). (…) Büyük şehirlerin ve Anadolu taşrasının yüksek kubbeli ve gökdelenlerle yarışan minareli camilerle dolması, İmam-Hatip Okullarının, Kur’an kursu bina ve yurtlarının yapılması, buralara öğrenci temin edilmesi, Cuma ve Bayram namazlarında her yaştan cemaatin şehir sokaklarına taşması, seçimlerde dindar kişileri ve muhafazakâr partileri desteklemesi vd. halkın bu kendine mahsus din-siyaset anlayışının, yorumunun ve mücadele biçiminin tezahürleri arasında mütalaa edilmelidir. (dipnot: Karadeniz’de hâlâ yaşayan bir minare ustası var. Bu usta o bölgede manzarası güzel ve yeri müsait cami inşaatlarının minarelerini yapmağa hevesle talip olur. Hem yüksek ve çok şerefeli minareler yapar hem de mütevazi şartlarda geçimini temin eder. (…) ) f ) Müslüman Türk halkı kendine göre dine karşı yapılanlar için “kâfirlik, küfür” gibi doğrudan itikatla alâkalı, sert ve Müslüman cemaatten dışlayıcı kelimeleri kullanmaktan ziyade daha çok tarihî, sosyal ve kültürel manâsı olan “gâvurluk ve gâvur” kelimelerini kullanmayı tercih etmiştir. (…) Halkın kullanımında yaygın olan “dinsiz, imansız, kitapsız” gibi sıfatlar da -bizim bugün anladığımızdan biraz farklı olarak- dinî anlamda sert ifadeler değildir. (…)”
No Comments