“Bir Klasik Nasıl Klasik Olur? Klasiklerin Anlam ve İşlevi Üzerine”
İbrahim Kalın’ın, DERGÂH YAZILARI GÜLDESTESİ Kitabında (1. Baskı: Ocak 2007) bu başlıkla çıkmış yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“(…) Varlığı dikey değil yatay bir düzlemde ve lineer bir ilerleme ufku içinde yeniden tanımlamaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, hiyerarşinin kötü bir şey olduğu düsturuyla hareket ediyorlardı. Buna göre klasik düşüncenin hiyerarşik evren ve hakikat tasavvuru, dinin bir tahakküm aracı olarak reddedilmeliydi. Her tür hiyerarşik düzenin yerini, mutlak bir eşitlik ilkesi ya da inancı almalıydı. Yani her şey tesviye edilmeli, aynı seviyeye getirilmeliydi.
Fakat Aydınlanmanın bu teorik kurgusunun çok kısa sürede, hem de kendisi tarafından ihlal edildiğini görmek için uzun tarih araştırmaları yapmaya gerek yok. Eğer hiyerarşi, bir öncelikler sırası yapma fikrini de içinde barındırıyorsa, o zaman modern düşüncenin kendine has bir öncelikler listesi olduğunu da itiraf etmemiz gerekiyor. Ortaçağ Batı düşüncesi için öncelikler sırasının başında Tanrı-merkezli bir evren tasavvuru kurmak geliyordu. Modern düşüncede Tanrı’nın yerini otonom ve rasyonel olduğu varsayılan birey aldı. Yani hiyerarşi bir olgu olarak ortadan kalkmadı; sadece bir başka hiyerarşi ve öncelikler sırası ile yer değiştirdi. (dipnot: Arthur Lovejoy’a göre klasik düşüncenin belkemiğini oluşturan dairetu’l-vücud ya da ‘büyük varlık zinciri‘ fikri, modern bilim devriminden sonra da etki ve câzibesini devam ettirmiştir. Lovjoy’un klasik eseri bu tezi ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. Bkz. Arthur Lovejoy, The Great Chain of Being : A Study of the History of an Idea (Cambridge: Harvard University Press, 1957). Bu yüzden modern düşüncenin kısa sürede kendi klasiklerini üretmesi kaçınılmaz olmuştur. Nitekim öyle de oldu. Descartes’in Düşünce Üzerine Söylemi’nden Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’ne kadar bir dizi eser, modern düşüncenin klasikleri haline geldi. Ortaçağ düşüncesinin klasik sorusu varlık ile başlarken, modern düşüncede bunun yerini, bilmenin imkânı ve yolları aldı. Yani modernler, kendi klasiklerini üreterek yeni hiyerarşiler kurdular. Her şeyin tesviye edileceği kehâneti geçerliliğini daha baştan yitirmiş oldu. (dipnot: Modern hiyerarşi fikrinin tenkidi için bkz. Rene Guenon, The Crisis of the Modern World (London,1962) ve The reign of Quantity and the Sings of the Times (Baltimore, 1972) Ayrıca bkz. Naqib al-Attas, İslam and Secularism (Kuala Lumpur,1993); Türkçe tercümesi İslâm, Sekularism ve Geleceğin Felsefesi (tr. Mahmud Erol Kılıç).
Klasik düşüncenin kapsadığı hiyerarşi fikri bizi siyasal totalitarizme götürmez mi? Yahut klasikleri ‘yüksek kültür‘ sahiplerinin ‘halk kültürüne‘ karşı bir tahakküm aracı olarak göremez miyiz? Her büyük düşünce gibi, klasik düşüncesi de bünyesinde bu tur riskleri taşır. Fakat eşitlik ve adalet ilkelerinin tamamlandığı düşüncesi bizi sınıfsal yapılara ve oligarşiye götürmez. Nasıl değerler hiyerarşisinin zorunlu kıldığı iyi ve doğru değerleri kendi başına bir iktidar aracı haline gelmezse -aksi halde ortaya çelişkili bir durum çıkar ve bu değerler iyi ve doğru olma vasfını yitirir- aynı şekilde klasiklerin öngördüğü hiyerarşi fikri de keyfiliğe ve tahakküme kapı aralamaz. Klasiklerin bize sunduğu imkânlardan biri belki de bu sonucun doğmasını engelleyecek ilkeleri bünyesinde barındırmasıdır.
No Comments