“Böylece birisi diğeri için buğday üretir; öteki beriki için ekmek yapar; birisi diğeri için diker; öteki beriki için iğne üretir. Böylece bir araya geldiklerinde işleri yeterli hale gelir.”

 

Başlığı teşkil eden sözler bütünü, İbn Sînâ‘ya ait ve O’nun Kitâbu’ş-Şifâ Metafizik (çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2017, s. 411. ) eserinden. Ben İbn Sînâ’nın bu işbirliğine dair ifadesini Prof.Dr. Ömer Türker‘in 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘te ( Kasım 2023/ s. 12) çıkan “Temeddün ve Hâkimiyet” başlıklı yazısında okudum. O yazıdan yapacağım bazı alıntılamalar (ilki, o yazının başlarından İbn Sînâ’nın ifadesiyle: diye başlayan sözler bütünü alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı. Başlıkta geçen “Temeddün” medenîleşme anlamındadır.

Başlığı teşkil eden İbn Sînâ’nın sözlerine ilişkin yazıda şöyle deniliyor: “Bu durum ister göçebe veya bedevî, ister meskûn hayat formunda olsun, sade veya ayrıntılı bir toplumsal hayatın inşa edilmesini sağlar. Küçük veya büyük ölçekli toplumsal hayatın inşâsı, bekleneceği üzere en geniş anlamıyla karşılıklı ilişkilerin düzenlendiği kuralları gerektirir.”

“Temel ihtiyaçların karşılanmasından ayrıntılı şekilde siyasî, iktisadî ve hukûkî düzenlerin inşasına uzanan yelpazede toplumsal birliktelikler, oldukça farklı unsurları gerektirir. Sadece ihtiyaç, birbirinden oldukça farklı insanları bir araya getirmek ve onların birlikteliğini sürdürmek için yeterli değildir. İbn Haldun’un dediği gibi birliktelik, bir asabiye(vatan, millet, din gayreti) veya dayanışma ruhuna muhtaçtır. Yine asabiyeyi taşıyan topluluk, daima bir değer etrafında örgütlenerek hayatiyetini sürdürebilir. Bu sebeple Fârâbî’nin dediği gibi tüm içtimaî düzenler; zarurî ihtiyaçların karşılanması, cismanî hazları aslî maksat haline getirecek derecede bayağılık, toplum içinde saygıdeğer bir konuma ulaşarak şeref elde etme, başka toplumlara karşı üstünlük, toplumun üyelerinin özgürlük ve eşitliğinin sağlanması veya insan aklının kemâle erip ebedî mutluluğa ulaşılması gibi birtakım değerler etrafında örgütlenir. (dipnot: Bu bakımdan her ne kadar İbn Haldun toplumsal düzeni normatif yolla değerlendirdiği hususunda Fârâbî’yi eleştirse de Fârâbî’nin toplumsal düzen tahlili, bir araya gelen insanların hangi değerler etrafında örgütlendiğini tahlil ettiği ölçüde olgunun olabildiğince uygun bir tasvirini vermeyi amaçlar. Normatiflik belirli bir bakış açısıyla söz konusu örgütlenmeler arasında tercih yapıldığında ortaya çıkar.) Bu durum hem küçük ölçekli hem de büyük ölçekli topluluklar için geçerlidir. Fakat büyük ölçekli toplumsal düzenler, küçük ölçekli toplumsal düzenlerden farklı olarak birbirinden dil, din, kültür ve tarih bakımından oldukça farklı toplulukları bir araya getirir. Temeddün (medenîleşme) kelimesini kullanan klasik ahlâk ve siyaset kitapları bu duruma dikkat çekmektedir. Nitekim Kınalızâde Ali Çelebi (ö.979/1572) temeddün kelimesini bu çeşitlilik ve ayrıntıyı ifade edecek şekilde açıklar: ” Birbirinden farklı insan grupları (taife) ve topluluklarının (ümmet) bir araya gelmesi, kaynaşması ve düzene girmesi.” (dipnot: Kınalızâ Ali Çelebi, Ahlâk-ı Âlâî, haz. Mustafa Koç, İstanbul:Klasik Yayınları, 2007,s.479.) (…)

Her ne kadar bugün medeniyet kelimesiyle ifade ettiğimiz çok büyük ve uzun zamanda varlık gösteren içtimai yapılar, ayrıntıda sözü edilen farklılıkları barındırsa da tüm bu farklı grup, topluluk, asabiye ve değerlerin bir medenî hayatın yahut temeddünün parçası olabilmesi için farklılıkları bir araya getirme özelliğine sahip bir topluluğun, asabiyenin ve değerin yahut değerler kümesinin olması gerekir. Aksi halde farklılıkların bir araya gelmesini sağlayan bir birlik bağından (vahdet sureti) bahsedilemez. Bu bağlamda her büyük temeddün hareketi; (i) Mensupları tarafından en azından bir araya gelmeyi mümkün kılacak ölçüde paylaşılan bı ana fikir ve değerler kümesini gerektirir. Ana fikir ve değerler kümesi, temeddünün tarihinde birbirinden farklı, birbirine zıt, hattâ zaman zaman birbiriyle çelişen yorumlara konu olabilir. (…) Dolayısıyla olumlu veya olumsuz metafiziğe sahip olmayan bir temeddün, imkânsız olduğu gibi olumlu veya olumsuz bir ahlâkî bilince saeeehip olmayan bir temeddün de imkânsızdır. (ii) Bazen kısa bazen uzun sürede hâkimiyet sağlayan asabiyeleri gerektirir. (…) Nitekim İbn Haldun’un Mukaddime’si bu süreci tahlil eder.

“İhtiyaçlarını karşılayarak hayatta kalma, arzu nesnelerine ulaşma ve bunu sürdürülebilir hale getirme amacıyla kurulan toplumsal vasat, bir arada yaşamanın yol açtığı sorunların önüne geçmek için töreler formunda yahut muntazam hukukî düzeni gerektiren kanunlar formunda yasaları icap ettirir.”

“Küresel ölçekte maddî caydırıcılık oluşturamayan medenî hareket, kelimenin hakiki anlamıyla hâkim medeniyet haline gelemeyeceğinden yukarıda sayılan hedefleri de gerçekleştiremez.” (iii) İletişimi sağlayacak ana bir dili gerektirir. Bu dil İslâm medeniyetinde Arapça ve Farsçanın değişik alan ve bölgelerdeki hâkimiyeti gibi zaman zaman farklı alanlar söz konusu olduğunda birden çok olabilir. (…) (iv) Ana fikir ve değerler kümesi doğrultusunda bir toplumsal hiyerarşi oluştururlar. (…) Fakat temeddünün ana fikirlerini ve değerlerini taşıyan, temsil eden ve yorumlayabilen zümreler farklılaşır. (…) İslâm temeddünü, Kurân-ı Kerîm ve Sünnet üzerine inşa olduğundan sekülerliğin hâkim oldğu döneme kadar İslâm coğrafyasında şer’î ilimler erbâbı daima en gözde konumu temsil etmiştir. (v) Mal, menfaat ve şeref paylaşımı yaparlar. (…) Bu paylaşımın hak edileni almak anlamında adaletten uzaklaşması temeddünün itidalini bozar; adaletin sağlanması halinde devlet ashabının miyanında (vasatında) yerleşik olan ülfet kâim olur ve bu ülfetin gereği olan gâliplik ve istila da süregider. (dipnot: Kınalızâde, Ahlâk-ı Âlâî, s.479.) (vi) Başka temeddün hareketlerinde görülmeyen araştırma alanları ihdas ederler. (…) Temel değerlerin uzantısı olup bilimler ve sanatlar/zanaatlar sayesinde mümkün ve vaki hale getirilen bir maddî kültür üretirler. (…)

“Küresel ölçekte maddî caydırıcılık oluşturmayan medenî hareket, kelimenin hakiki anlamıyla hâkim medeniyet haline gelemeyeceğinden yukarıda sayılan hedefleri de gerçekleştiremez.”

“Batı’nın sorunlu hale getirdiği İslâm mirası, fiilen bu mirasın modern dünyada herhangi bir anlam ifade edebileceğine inancını yitirmiş Müslümanlar için uyanıkken görülen rahatsız edici bir rüya işlevi görürken hâlâ bu mirasa sadakatle yönelen Müslümanlar için huysuz ebeveynleri andıran sorun yumağı gibi görünmektedir.”

“Aynı akideye sahip insanların inandıkları akideleri birbirinden çok farklı hatta zaman zaman zıt görüşlerle yorumlaması mümkün olduğu gibi; aynı siyasî, iktisadî veya hukukî ülkülere sahip olan insanların da birbirine zıt görüşler ve açıklamalarda bulunması mümkündür.”

“İslâm medeniyetinin tarih sahnesine çıktığı dönemden bu yana değişik aşamalardan geçmiş ve kendi içinde pek çok farklı tecrübeyi barındıran içtimaî, siyasî ve iktisadî nizam, İslam’ın temel ilkelerinin tüm yönleriyle somutlaşabileceği yagâne sosyal, siyasî ve iktisadî nizam değildir. Dolayısıyla İslâm’ın temel kabullerinin farklı hayat nizamlarını yeşertebileceğinin farkında olmamız gerekir.”

“İslam’ın hayatı inşa eden müesses yapıları, kendi içinde aşırı uçlardan mutedil tavır ve yapılara kadar son derece zengin bir çeşitlilik barındırır. (…)”

“İslâm medeniyetinin içerdiği farklı, zıt ve kimi zaman çelisşik görüş, tavır ve uygulamalar, tüm dönemlerde bu medeniyetin mensupları nezdinde hayatı İslâmî esaslar üzerine kurmak için bir imkân olarak değerlendirilebilirse de bu imkân, peşinen garanti edilmiş değildir. Zira klasik İslâm dünyası birçok yönüyle henüz incelemeye konu dahi edilememiştir. (…)”

“Müslümanlar son iki yüz yıldır Batılılaşma hedefine ulaşmak için son derece cesur ve talepkâr davrandılar. Fakat şimdiye dek aynı cesaret ve talepkârlığı, gecmişle hesaplaşmada gösteremediler. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked