Bu günün önemsediğim gazete yazılarından…

 

“(…) Varlığın değeri; gâliba biraz da bıraktığı boşlukta ortaya çıkıyor. Sayısız inancı, farklılığı kuşatan, barış içinde yüzlerce sene yaşatan ve herbirinden devşirdiği incelikleri içeren bir medeniyet yaratan Osmanlı’nın değerini, bıraktığı boşlukta daha derinden hissetmiyor muyuz?

(…)
Çokluklar çok aldatıcı. Çoğu kez onları çoğalmak zannediyoruz. Çokluklaşma ile çoğalma bir kemiyet-keyfiyet farkıdır. Çoğalmanın dünyâsı heterojen; çokluklaşmanın dünyâsı ise homojendir. Biri sâdece kaplıyor, kapsıyor ve dolduruyor… Diğeri ise gücünü hurûcundan ve boşluğundan alıyor. Boşluğun gücü öyle bir güç ki; düşmanlarında bile saygı uyandırıyor. Dosttan övgü almaktan daha zor olan düşmandan da saygı görebilmektir. Fethi Gemuhluoğlu’nu İslâm düşmanı, ateist İsmet Zeki Eyüboğlu’nun gözünde saygın kılan da buydu. O’nu tanıdıktan sonra İsmet Zeki Bey, O’nun boşluğuna tahammül edemedi. Her vuslatta elini ayağını öptü.
Bâzı boşlukların çok dolu olabildiği tuhaf bir dünyâ bu….” (Süleyman Seyfi Öğün)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

“Parmak uçlarınızdan tuşlara, gözlerinizden ekranlara kelepçelenmiş olduğunuzu düşünün, ürpereceksiniz!
Günün her saatinde, zihinlerimizi sürekli meşgul tutmak üzere planlanmış bir sürü tuzak kurulu çevremizde. Ola ki birinden kurtulduğumuzda bir başkası hazır bekliyor bizi. Hiç boşluk bırakmıyor, aradan sıyrılıp çıkmamıza, bu mahkûmiyet halinin dışındaki herhangi bir başka hale geçmemize izin vermiyorlar. Heveslerimizin bizi içine sürüklediği bu kurgu çok uzun zamandır aynı şekilde devam ediyor ve biz uyuşmuş zihinlerimizle bu yaşadığımızı hayatın kendisi sanıyoruz artık. Her sabah uyanıp bu rutinin içine gönüllü teslim ediyoruz kendimizi.
İnsan olmanın gereği olarak, böyle yaşamaktan dolayı içimizde sıkıntılar peydahlanmalıydı aslında çoktan. Çünkü insan böyledir, aslından uzaklaştığında içinde belli belirsiz bir sıkıntı filizlenir. Ama bize olmuyor bu, zevk alıyoruz aksine içine tıkıldığımız bu çoktan seçmeli mahkûmiyet hallerinden. Çünkü sürekli bir şeylerle oyalıyorlar içimizin insanca sebeplerle sıkılmaya elverişli yerlerini. Hep iyi şeylerle, en azından bir yönüyle iyi olan şeylerle uğraştığımızı düşündürüyorlar bize. (…)” (Gökhan Özcan)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

(…) AK Parti muhalefeti için ise Davutoğlu’nun kararı “bir saray darbesi” sonucudur.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun yorumu üzerinden gidenler için Türkiye “artık daha otoriter bir ülke olmuştur.”
İlginçtir, muhalif argüman sahipleri birkaç gün öncesine kadar Davutoğlu’nu “Erdoğan’ın otoriterliğini” meşrulaştıran bir konumda görüyorlardı. Şimdi ise “son demokrasi kırıntılarının da kaybı” olarak nitelediler.
Türkiye eleştirisini bir manivela olarak kullanan uluslararası çevrelerin de buna katılmasını beklemeliyiz. Hatta İngiliz medyasında benzer argümanları tekrarlayan makaleler, Batı başkentlerinde “itidal sahibi” Davutoğlu’nun gidişini “tedirgin edici” bulacak kesimlerin öncü açıklamalarıdır.
İşte AK Partililerin söz konusu muhalif argümanların kendi muhitlerindeki aksülamellerine karşı dikkatli olması gerekir.
(…) Asıl önemli olan şey bundan sonraki süreçte AK Parti’yi bekleyen yeni bir sınavın varlığı.
Buna “birlik-beraberlik, dava ve vefa” sözlerinin sınanması süreci diyebilirim. Tam da Davutoğlu’nun “Cumhurbaşkanımızın onuru benim onurumdur, ailesi benim ailemdir. Kimsenin bundan sonra yeni fitne kapıları açmaması icap eder” cümleleri ile kavramlaştırdığı “fitne” meselesi.
Fitne sınavının en önemli boyutu muhalefetin Davutoğlu’nun gidişi üzerinden üreteceği “mağduriyet” yorumlarının AK Parti tabanına “Erdoğan karşıtlığı” formunda sirayet ettirilme çabası… Ve buna karşıt olarak seslendirilebilecek Davutoğlu suçlamaları…
Bu meydan okumanın aşılmasında tüm AK Partili aktörlere ciddi bir sorumluluk düşüyor. (Burhanettin Duran)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked