Bugün (11 Haziran 2017, Pazar) okuduğum yazılardan alıntılar…
Mahmud Erol Kılıç‘ın “Ramazan’da siyasal bilinç inşa etmek” başlıklı yazısından:
“(…) Ramazan’da bireysel arınmamıza devam ederken toplumsal ve siyasal sorumluluklarımızı da ihmal etmeyelim ve siyasal bilincimizi de inşa edelim. Olur mu yahu demeyin. Batın ve zahir iki kardeştirler, unutmayın. Sırf mazlumun, mağdurun, mustaz’afın yanında durduğu için tarikatte on derece birden atlayan dervişler olduğunu bilin.
(…)
Anti-sömürgeci ve anti-siyonist bir aktör olarak Osmanlı’nın bölgedeki toplayıcı ve birleştirici imparatorluğunun gücünün önce zayıflatılması ve sonra tamamen tasfiye edilmesi ile oluşan otorite boşluğunu suni ve peyk ülkecikler ile doldurma düşüncesi başarılı oldu. Ardından bu işgalin daha da kuvvetlendirilmesi çalışmaları bölgenin yurtsever, vicdanlı, anti-sömürgeci halklarının muhtelif direniş hareketleri doğurmasını sağladı. (…)
(…) İhvan hareketinin son yıllarda arkalarına büyük halk desteğini de alarak demokratik seçimlerle iktidara gelme yolunu benimsemesi bölgedeki bazı yerleşik düzenleri ürküttü. Mısır örneğini görerek, seçimlerle iktidara gelirseler biz ne yaparız kaygısını başta bazı Körfez ülkeleri duymaya başladılar. Bunun üzerine hemen karşı tedbirler düşünülmeye başlandı. Terörle suçlama başta olmak üzere bütün itibarsızlaştırma çalışmalarına hız verildi.
(…) Bunu bir tehdit değil hatta desteklenmesi gereken bir vecibe olarak gören Katar gibi ülkeleri ise bu cephe ya rehabilite edilmesi (darbe) veyahut olmazsa ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak görmeye başladılar.
(…) Türkiye’ye gelince, anti-siyonist bilinç ve buna bağlı söylemler her ne kadar bazı sol ideoloji mensuplarında var idiyseler de tıpkı Arap dünyası için söylediklerimde olduğu gibi geniş halk kitlelerine bu sayede yayılmış değildiler. Bu şuurun yaygınlaşma imkanı ancak dini referanslı siyasal oluşumlarda kendini bulacaktı. Özal, Erbakan ve en son Erdoğan liderliklerinde bu şuur zirve yaptı. Hususen son 15 yıllık Erdoğan iktidarı “Güneydeki Ülke”yi [İsrail -aa-] bu manada fazlası ile rahatsız etti.
(…) O zaman o ülkeye [İran -aa-] o düzeyde operasyonlar planlanmalıydı (İşgal). Katar’ı ise finansal açıdan zor durumda bırakarak yola getirmek ilk merhalede düşünülmeliydi (Ambargo). Türkiye’ye gelince, rejim değişikliğinden ziyade bir kişiden kurtulma, o da Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulma programı üzerinde durulmalıydı (Darbe).
(…) Burada bir şer güçler birliği oluşmuş gibi. Doğrular ise basit konular yüzünden birbirleriyle uğraşıyorlar. Bu da şer güçleri daha da güçlendiriyor. (…)“
http://www.yenisafak.com/yazarlar/mahmuderolkilic/ramazanda-siyasal-bilinc-insa-etmek-2038410
M. Şükrü Hanioğlu‘nun “Kültürel Hegemonya ve Muhafazakârlık” başlıklı yazısından:
“(…) Cumhuriyet sonrasında dindarlığa indirgenen muhafazakârlığın büyük ölçüde kültürel alan dışına itildiği Türkiye, kültürel hegemonya alanında ilginç bir örnek sunmaktadır. Bu misâlde kendisine “dindarlık ile özdeşleştirilen muhafazakârlık” karşıtlığı anlamında “ilericilik” pâyesi bahşeden ve bunu otoriter rejim araçlarıyla topluma benimsettirmeye çalışan “sol Kemalist kültürel hegemonya” şekillenmiştir.
Siyasal ve ahlâkî “doğruluk” tekeli oluşturan ve “değerleri”nin üstünlüğünü tartışılmaz kılan bu “hegemonya” sanat, akademi ve ana akım medyada, tek parti yönetimi sonrasında da süren ve iktidarların eğilimlerinden etkilenmeyen bir “parti çizgisi” tesis etmeye muvaffak olmuştur.
Muhafazakârlık buna tepki olarak ABD ve İngiltere’dekilere benzer vakıflar, düşünce kuruluşları, medya organları ve üniversiteler kurarak ve vesayet zayıfladıkça devlet gücünü de devreye sokarak “kültürel muhalefet” oluşturma gayreti içine girmiş, bunda da hatırı sayılır başarı kazanmıştır.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de kültürel alanda pek çok toplumdaki muhafazakârların kıskanacağı bir “denge” sağlanmıştır.
Bu, şüphesiz, toplumsal çoğulculuğa katkıda bulunan bir gelişmedir. (…)
Gramsci’nin geçen yüzyılda vurgulamış olduğu gibi “kültür”ü araçsallaştırak meşruiyet sağlama ve toplumsal taban genişletmeye çalışmayan bir egemenlik tasavvur edilemez. Buna karşılık, Türkiye gibi siyasetin “davalar savaşı” olarak kavramsallaştırıldığı bir toplumda “kültürel iktidar”ı “zararlı karşıtlar”a bırakmama gayreti kolaylıkla toplum mühendisliğine dönüşebilmektedir. Türkiye bunu Erken Cumhuriyet tecrübesiyle bizatihi yaşamış bir toplumdur. Dolayısıyla da muhafazakârlığın kültürel çoğulculuk talep ederken bu deneyimin tekrarından kaçınması son derece önemli bir zorunluluktur.“
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2017/06/11/kulturel-hegemonya-ve-muhafazakrlik
Rasim Özdenören‘in “Fitne ve güven sorunu ve Katar etrafında koparılan fırtına” başlıklı yazısından:
“(…) Olay, burada resmini çizmeye çalıştığımız tablodan çok daha karmaşık.
Dünya sistemini elinde tutan üst aklın dünya ölçüsünde kurduğu bir fitne ile karşı karşıya bulunuluyor.
Bu fitne, dost ülkelerin birbiriyle doğrudan yüzleşmeleri ve kendi aralarındaki hesaba başkalarını bulaştırmamalarını gerektiriyor. Ama bunu yapmak, söylemek kadar kolay mı, düğüm burada…”
http://www.yenisafak.com/yazarlar/rasimozdenoren/fitne-ve-guven-sorunu-ve-katar-etrafinda-koparilan-firtina-2038414
No Comments