Uncategorized Posts

Kur’ân-ı Kerîm Es-Saf (61. Sûre)den anlamlarıyla ilk on âyet

 

1- Göklerde ve yerde ne(ler) varsa, hepsi Allah’ı tesbîh etmektedir. O güçlü, hikmet sahibi olandır. 2- Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? (Cihad istersiniz, Uhud’da bozguna uğrarsınız.) 3- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah indinde gazab (a sebep olma) yönünden büyüdü. 4- Muhakkak ki Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf oluşturarak çarpışanları sever. 5- Hatırla ki bir vakitler Mûsa kavmine, Ey kavmim! Bana niçin eziyet ediyorsunuz? Pekâlâ biliyorsunuz ki ben, size Allah’ın Peygamberiyim! demişti. Vaktâ ki, haktan sapıp eğildiler. Allah da kalblerini saptırdı. Allah fâsık (sapkın/fesatçı) bir kavme hidâyet (yol gösterici) vermez. 6- Andolsun ki onlarda sizin için, Allah (ın rızasını) ve âhiret gününü umanlar için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse, bilsin ki, Allah, yegâne ganîdir (hiçbir şeye muhtaç değildir), övülmeye lâyıktır. 7- Umulur ki Allah, sizinle onlardan olan düşmanlarınız arasında bir sevgi meydana getire. Allah kâdirdir; çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. 8- Allah, din husûsunda sizinle savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olan kâfirlere iyilik etmenizden, adâlet göstermenizden sizi men etmez. Çünkü Allah, adâlet gösterenleri sever. 9- Allah, sizi ancak din husûsunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimseler ile, dost olmanızdan men eder. Kim de (sizlerden) onlarla dost olursa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. 10- Ey iman edenler! Size, mü’min kadınlar muhacir olarak gelirlerse onları imtihan edin. Allah onların imanlarını pekâlâ bilir. Bu imtihan üzerine, onların mü’min olduklarını anlarsanız, kendilerini kâfirlere geri vermeyin. Onlar, kâfirlere helâl değildir. Kâfirler de onlara helâl değildir. Bununla beraber sarfettikleri mehirleri, o kâfirlere verin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde, o kadınları nikâh etmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları (nızı nikâhınız altında) tutmayın. Siz, verdiğiniz mehirleri (onların vardıkları kâfir kocalarından) isteyin. Kâfirler de (sizinle evlenen mü’min kadınlarına) sarfettikleri mehirleri (sizden) istesinler. İşte size Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hüküm veriyor. Allah her şeyi bilen, hikmet sahibi olandır.”

“Türk yazısı ve Latin yazısı üzerine Gökhan Göbel’in “İnkılaplar Ne Zaman Niçin İflas etti” başlıklı yazısından alıntılar

 

“(…) İsmet Özel hep zikreder: 27 Mayıs’a kadar Babıali’de iş bulabilmek için Türk yazısını bilmek şarttı.” İsmi geçen romanların ekseriyeti evvela gazetelerde tefrika edilirdi ve gazeteye bu tefrikalar Latin yazısıyla değil Türk yazısıyla gelirdi. Bu yalnızca tefrikalarla sınırlı değildi. Muharrirler de yazılarını gazeteye Türk harfleriyle gönderirdi. Bunları okuyacak Latin harflerine aktaracak tashih edecek adam mecburen bu yazıyı bilecekti. Başvekil Adnan Menderes “Millete malolmuş inkılapları mahfuz tutacağız! Millete malolmamış inkılapları da zorla benimsetmeyeceğiz” demişti. 27 Mayıs müflis Latin yazısından kurtulma, yazımıza kavuşma ümidimizi kırdı. Ama Allah bize 27 Mayıs’tan sonra bir İsmet Özel nasip etti. Yazısız kaldığımız, yazımızı geri alacağımıza dair ümidimizin kırıldığı zamanda sesimizi İsmet Özel muhafaza ve müdafaa etti. Okumuşlar takımının daha ilk şiirlerinden itibaren dili küf kokuyor dedikleri İsmet Özel her biri tek tek ezberlenen şiirler getirerek kendi sesimizi bize hediye etti. Bunu Latin yazısının ifsadı sonucu okuryazarların terk ettiği lâkin milletin hâlen muhafaza ettiği bütün kelimeleri dillere dolayarak yaptı. “Allah kahretsin İsmet Özel okumadan duramıyorum” diye şikâyet eden insanların direncini kıran şey “Türk sesi”dir.

İsmail Kara’nın “Tek partili Yıllarda Dinî-Tasavvufî Düşünce Açısından Mühim Bir Kitap” başlıklı yazısından alıntılar

 

“Rahmetli Samiha Ayverdi’nin (1905-1993) birinci baskısı 2005 yılında yapılan Mülakatlar kitabı dinî ve tasavvufî düşünceye, yasaklı tarikatlar dünyasına, 40’lı yılların Türkiyesi’ndeki açıktan dile getiril/e/meyen fikirlerin iç akışkanlığına ve ifade edilme-aktarılma biçimlerine, nihayet pozitivist ve maddî bir kültürel ortamda ispritizma yahut misyonerlikle iltisaklı dinî-manevî sapma temayüllerine dair çok kıymetli sorgulama malzemesi ihtiva ediyor. Cumhuriyet Türkiyesi’nde dinî kurumların, dinî düşüncenin, dinî yayıncılığın, dinî hayatın ve dinî dilin /üslubun varlık alanına çıkması, tezahür biçimleri ve seyirleri bakımından en dar(altılmış) ve en talihsiz dönemin tek partili yılların ilk devri (1924-1938) olduğunu söylemek herhalde malumu ilâm kabilinden bir beyan olacaktır. Bu inkıta, baskı ve biçimsizleştirme döneminin dinî sahanın bütün alanlarında bugüne kadar uzanan birçok probleme kaynaklık ettiği de şüphe götürmez.

17 Mayıs 1934 tarihinde umum müdür Vedat Nedim’in (Tör) imzasıyla Dahiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü’nün, hiçbir iddialı tarafı olmayan mütevazı bir kitap, Hazreti Muhammed’in Hayatı için yayıncısı ve yazarına yazdığı mektup ve ardından gelen yasaklama-toplatma kararı, bu daraltma ve aşağıya çekme ameliyesinin sınırlarını / sınır tanımazlığını göstermesi bakımından tekrar hatırlatılmaya değer vurgular ve işaretler taşıyor: “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz. Zât-ı âlilerinin herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız. Ancak günün bu kabil neşriyata (Hz. Muhammed’in Hayatı kitabının neşrine) tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz.” (…) ; hele dinî yayıncılığı da hem adet itibariyle hem de muhteva bakımından aşağıya çeken laiklik tasavvur çerçevesi ve bunun içinde konumlandırılmaya çalışılan resmî din anlayışına ve ilgili mücâvir alanlara bakmadan … Belki İsmet Paşa’nın Harf devrimi için söylediği, “Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik” cümleleri tabloyu daha bir netleştirebilir. (…)”

“Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur.”

 

MAHMUD EROL KILIÇ’ın 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin on dört yıl sonra kitaplaştırılmış hali olan “İbn Arabî Düşüncesine Giriş ŞEYH-İ EKBER SUFİ KİTAP 1. Baskı Kasım 2009, “Tasavvuf Bilim Dalı”nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. Kıymetli hocam muhterem Prof. Dr. Mustafa TAHRALI beyefendiye nihayetsiz minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç telakki ederim. Çalışmam esnasında her zaman kendisinden büyük şefkat ve yakınlık gördüğüm fakat çok merak ettiği tezimin iki kapak arasına girmiş halini göremeden, âlem-i misâlde istirahat ettiği bir esnada ebedî istirâhatgâh olan hakîkî aşk âlemine urûc eden, mazhar-ı serâpâ-rahmet, Yrd. Doç. Dr. Selçuk ERAYDIN beyefendiye Cenâb-ı Allah’tan sonsuz rahmet niyâz ederim. Fakültemiz Tasavvuf Bilim Dalındaki bu çalışmama yardımcı olan pek kıymetli hocalarım Prof. Dr. Hasan Kamil YILMAZ beyefendi ve Prof. Dr. İrfan GÜNDÜZ beyefendiye de en samimî şükranlarımı arzederim. Yine İslâm felsefesi sahasındaki kıymetli fikirlerinden faydalandığım muhterem hocam Prof. Dr. Bekir KARLIĞA beyefediye Şükran borcumu edâ etmek isterim. Ayrıca mahdut bir iki Almanca kaynağa da başvurmamda bana yardımcı olan pek kıymetli arkadaşım Ali PULCU beyefendiye de en samimî teşekkürlerimi kabul etmesini kendisinden dilerim. Mahmud Erol KILIÇ Kasım 1995 İstanbul

M. İbn Arabî’nin Genel Olarak Görüşleri

 

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın “Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş” Kitabının başlarından birkaç yerden (özellikle Umumî Olarak Görüşleri başlıklı bölümünden) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Her gerçekliğin kaynağı olan vücûd aslında bölünmez, ezelî ve dâimîdir. İbn Arabî bu Mutlak Vücûdun (Varlığın) bilinemez, tavsîf edilemez (nitelenemez), sır mertebesi olan ahâdiyyet (Allah’ın Birliği) vechesiyle (tarafıyla), bir Rab, bir Hâlık ve bir Mâbud olarak âlemle münâsebette olduğu Rubûbiyyet yani vâhidiyyet vechesini ancak merâtib (mertebeler) bakımından izah sadedinde (mevzuunda) ayrı mütâlaa eder. İlkinde (yani ahadiyet‘te) ne kesret (çokluk) ne tezad (zıdlık) ve ne de herhangi bir taayyün (belirme, zuhûr) vardır ki bu cihetten O, sırf nur, sırf iyi (hayr-ı mahz) ve gayblar gaybıdır (gaybu’l-guyûb). İkincisinde ise (yani vâhidiyyet) Allah yaratıcı sıfatıyla (el-Hâlık) birçok şeyin yaratılmasının fâili olunca ortaya bir çokluk (kesret) ve farklılık (tefrik) çıkmış olacak ve birlik (vahdet) bozulacaktır. Ancak görüleceği üzere bu mertebelerde Hakk’ın tezâhürü(belirmesi) ve tekâsürü (çoğalması) Zâtıyla değil ancak sıfatları vâsıtasıyla olmaktadır. Bu durumda Zâtı açısından bakıldığında aynı hakîkate o Hak’tır ama sıfatları açısından bakıldığında o halktır denebilir. Yaratma fiilinin (halk) aslı (ayn) (dipnot: İbn Arabî terminolojisinde çok önemli bir anahtar terim olan bu ayn kelimesi çalışmamızın da en önemli kavramlarından biri olması hasebiyle bazı hatırlatmalarda bulunmayı gerekli kılmaktadır. Günlük Türkçe’de çok sık kullandığımız “aynı anda”, “aynı zamanda”, “aynısı”, “aynen”, “aynı şekilde”, “aynı şey” vb. gibi “tıpkı, misli, benzeri” ma’nâsındaki “aynı” ile metafizik ma’nâdaki ayn arasında kelimenin etimolojik kökeninde beraberlik varsa da kullanım sahaları farklılaşmıştır. Aslı Arapça olan bu kelimenin lügat ma’nâsı asıl, öz, kök, göz, nazar, kuyu, menba, ileri gelen kişiler (ekâbir) vb. gibi çok geniş ma’nâlara gelen bu terim İbn Arabî’de teknik bir terim olmuş ve öz, asıl, hakîkat, esas, kök, zât, ana kaynak, menba, köken, göz, gözbebeği ma’nâlarında kullanılmıştır.) Meselâ “O, âlemin ‘ayn’ıdır (ayn-ı âlem) dediğimiz zaman “O, âlemin aslıdır, hakîkatidir” demek istenilmektedir; yoksa “O, âlemle aynıdır” ma’nâsında değildir. İşte bu çok kullanılan kelimenin böylesi iki tür kullanımını birbirinden ayırabilmemiz bu mektebin (ekolün) görüşlerini doğru anlayabilmemiz açısından çok önemlidir. Biz de bu ayrımı kolaylıkla yapabilmemiz için metafizik anlamda ve in concreto karşılığı olanını diğer belli başlı terimlerde olduğu gibi (ayn) diye italik yazdık. Bu önemli konunun ayrıntısı için bkz. M. Tahralı, “Ayn ve Ayniyyet”, 9-26; S. el-Hakîm, Mu’cemu’s-sûfî, 831-839.