Uncategorized Posts

CHP’nin dününe ve bugününe dair birkaç söz

 

CHP’nin geçmişinde İsmet İnönü’yü, Kasım Gülek’i, Turan Güneş’i hatırlıyorum da şimdiki CHP’nin genel başkanını, bugünlerde gündemde olan Ekrem İmamoğlu’nu gözönüne getirdiğimde bu kişilerle o kişileri karşılaştırarak düşündüğümde aralarındaki farkların ne kadar derin ve düşündürücü olduğu son derece belirgin olarak belleğimde. Bir de rahmetli dayım vardı, o yıllarda adı Maraş olan şehirde doğmuş büyümüş ve CHP’li olan dayım. Hem o CHP ve hem de o CHP yönetiminde bulunan merhum insanlar ve bir CHP’li olan merhum dayım şimdiki CHP’li yöneticilerle, içtenlikle belirtirim, karşılaştırılamayacak derecede farklı insanlardı. Ortaokul öğrencisi olduğum o yıllarda Hasan dayımla sohbet ederdik, şimdilerde öylesi sohbetlerin olması mümkün değil. Çünkü öylesi siyasetçiler veya bir siyasî partiye gönül vermiş insanlar şimdilerde yok desem abartılı olmaz bu sözüm.

Siyasette CHP marjinal bir dili birilerince kullanmada ısrarlı gözüküyor

 

Ülkemizde şu günlerde tabiri caizse CHP adına birileri sanki CHP iktidardaymış, AK Parti sessiz sedasız duruyormuş gibi bir siyasî atmosferi yansıtır veya görünür kılar durumdalar. Ekrem İmamoğlu ve ondan yana bazı kimseler hem mağdur rolündeler ama diğer yandan da âşikâr bir hareketlilik yansıtıyorlar. Durumdan memnun gibiler. Dillerinden ve gönüllerinden sıkıntı yansımıyor. Tersine meydanı boş bulmuşlar gibi bir ruh hâli içindeler. Ne ki bu durum böyle devam edemez. Ansızın ve kendilerinin de şaşıracakları bir değişiklik olduğunda bugünleri arayacaklardır ama iş işten geçmiş olacaktır.

Ekrem İmamoğlu yolsuzluktan tutuklanmış durumda ve gözler televizyona çevrilmiş olarak kendisi hakkında söylenenlere dönük.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne gözlerin çevrilmiş olması olağan. Bu arada Şehzadebaşı camiinin bazı yerlerinde çok önemli ölçüde olmamakla birlikte aşındırmalar olduğu ve bunların onarıldığı haberi de ilginç.

Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’daki metropolde doğrudan ve dolaylı PKK’ya veya PKK iltisaklı örgüte finansman sağlandığı iddialarından söz ediliyor. Diplomasının iptal kararının Cumhurbaşkanı adayı olmasına kesin bir engel olduğu da TV’da konuşan hukukçular tarafından net bir biçimde ifade ediliyor.


Güncel siyasî gündeme dair birkaç söz

 

Televizyon karşısında şu sıralar bazı isimlerin sıkça anıldığı izleniyor; ve hiç kuşkusuz itham edilen bu isimler gayet rahat ve kendinden emin görünür bir sûrette masum, suçluluktan çok uzak oldukları izlenimini verir biçimde kendilerini yansıtıyorlar. Bazı genç isimlerin ihaleleri nasıl yönettiklerinden söz ediliyor. Bu arada bazı illerde eylemler yapılıyor, onlardan da kuşkusuz emniyetçe suçlu olarak gözaltına alınanlar oluyor.

Burada benim isimlerini anmadığım fakat önemli görevlerde bulunan ve sıkça isimleri televizyonda geçen kişiler elbette son derece masum olduklarını, itham edildikleri suçlarla alâkalarının olmasının imkânsız olduğunu dile getirir veya yansıtır konumda görünüyorlar.

Bakalım ne olacak? İçlerinde terörle ilgili suçlananlar da var; onların terör savunmasının nasıl olduğu açıklanmadı şu ana kadar ama suçlamaları öz olarak reddettikleri ifade edildi. Ne ki, İmamoğlu’nun terör ifadesinin 18 sayfalık hacimde olduğu ve 5 saat sürdüğü belirtiliyor.

CHP’nin şimdiki genel başkanı geçmişteki genel başkanlara göre çok düşük karizma yansıtıyor. Konuşması, hareketleri maalesef lehine değerlendirilemeyecek bir izlenim veriyor. Elbette beğenenler, önemseyenler olur; gâyet tabiidir. Diğer bir CHPli Ankara’daki Mansur Yavaş’ın karizması da bana göre düşük. Ama beğenenler çok ki, ismi hep gündemde. Hakkında karizmasını zedeleyici bir söylenti de yok.

Fîhi Mâ Fîh 35. ve 36. Fasıl’dan alıntılar

 

“Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Mecîd’de, ârifân hâllerini şerh buyurduğu, anlamca “Hak ve bâtılda çok yemin eden “mikdârsızlara” (çoğu böylelerine) itaat etme” âyet-i kerîmesinden (Kalem, 68/10) bu hâfızların nasıl koku almadıklarına taaccüb ederim (şaşarım). “Falan kimse böyledir, diye her ne söylerse dinleme” dediği için, anlamca “O mikdârsız kimse halkı ta’yîb (ayıplama) ve fesâd maksadıyla halkın kelâmını birbirine iletme ve gamz (gözünü kapama) ve nâsı (insanları) hayırdan men edicidir” âyet-i kerîmesi (mûcibince kendisi gammâzın en a’lâsıdır. Ancak Kur’ân şaşılacak ölçüde bir sehhâr ve gayûrdur (çok etkileyici ve çok gayretlidir). Sihri öyle bağlar, düğümler ki, hasmın kulağına anladığı gibi açık olarak okur. Halbuki onun hiç haberi olmaz. Kendini yine süratle çeker. Anlamca “Allah mühür basmış” (Bakara, 2/7) âyet-i kerîmesinde işaret buyurulan mührünün şaşılacak bir letâfeti vardır.” (…) (35. Fasıl’dan)

“Sûret, aşkın fer’idir (dalı). Zîrâ bu sûretin aşksız kadri yoktur. Asl olmaksızın var olamayan şey fer’dir. Bundan dolayı Allah’a sûret denemez. (…) Hânenin aşkı olmadıkça, mühendis aslâ hânenin sûretini tasavvur edemez. Ve kezâ buğday bir sene altının ve bir sene toprağın nasibidir. Buğdayın sûreti ise, yine odur. Dolayısıyla buğdayın sûretinin kadr u kıymeti aşk iledir. Ve kezâ tâlib ve âşıkı olduğun hünerin senin indinde k olmayan bir devirdeadri vardır ve hünerin talibi olmayan bir devirde aslâ o hüneri öğrenmezler ve ona çalışmazlar. Aşk bi’n-netice iftikâr (muhtaç olma) ve bir şeye ihtiyaçtır, derler. İmdi ihtiyaç asl olunca, muhtâcün- ileyh de fer olur. “Eğer bu söylediğin sözü hâcet sebebiyle söylüyorsun” denilirse, bu söz nihâyet senin hâcetin sebebiyle mevcûd oldu; zîrâ senin bu söze meylin olduğundan, bu söz tulû’ etmiştir (doğmuştur). Dolayısıyla ihtiyaç mukaddem (önde) olur ve bu söz de ondan doğar. Bu halde söz olmaksızın, ihtiyaç var bulunur. Bundan ötürü aşk ve ihtiyaç onun fer’i olmaz. Eğer “Nihâyet o ihtiyaçtan maksûd bu söz idiyse, o halde maksûd nasıl fer’ olur?” denilirse, cevap veririz ki, daima fer’ maksûddur. Zîrâ asl olan ağacın kökünden maksûd, meyveden ibâret olan ağacın fer’idir.” (36. Fasıl’dan)

Fîhi Mâ Fîh Ellidördüncü Fasıldan Alıntılar

 

Nazım olarak tercüme: “Bizi her kim ki hayr ile ede yâd / Hayr ile yâd olunsun, olsun şâd.”

“Daima gül ve gülistan içinde olmak için cümleyi dost tut! Herkesi düşman addedersen, nazarına düşmanın hayâli gelir.”

“Kim ki sâlih amel işlerse, nefsinin lehine ve kim ki fenâlık ederse, nefsinin aleyhinedir.”

“Kim ki zerre mikdârı hayır işlemişse, onu görür; ve kim ki zerre kadar şer işlerse, o da onu görür.” (Zilzâl, 99/7-8)

Birisi şu suâli getirdi: “Hak Teâlâ Hazretleri melâike lisânında : “Yâ Rab, yeryüzünde fesâd edecek ve kan dökecek kimse mi halk edeceksin? Halbuki biz seni hamdinle, tesbih ve zikrinle takdîs ederiz” buyurur. (Bakara, 2/30) Halbuki Âdem henüz gelmemiş idi. Melâike Âdem’in kan dökeceğine ve fesâd eyleyeceğine nasıl hükmettiler?”

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular: Buna iki yönden cevap verdiler; biri menkul (nakledilen), diğeri makuldür. Menkul olan odur ki, melâike bir kavmin geleceğini ve sıfatları / böyle olacağını levh-i mahfûzdan mütâlaa ettiler. Bundan dolayı ondan haber verdiler. İkinci yön odur ki, melâike akıl yolu ile o kavmin yeryüzünde zuhûra geleceğini ve şüphesiz hayvan olacaklarını ve hayvandan bunun zâhir olacağını ve her ne kadar onlarda manâ bulunur ve nâtık (düşünen, konuşan) olurlarsa da, kendilerinde hayvâniyyet olduğundan, çaresiz fısk edeceklerini (hak yoldan çıkacaklarını) ve kan dökücülüğün âdemî olan gerekirliklerden olduğunu delîl yoluyla düşündüler.

Bir tâife başka bir manâ beyân buyururlar, şöyle ki: Melâike sırf akıl ve sırf hayrdırlar ve onların bir işde aslâ seçme özelliği yoktur. Nitekim rüyada bir fiil icrâ eylersin, onda seçici olmazsın. Eğer uyku hâlinde, gerek küfr etsen ve gerek tevhîd eylesen; ve eğer zinâ irtikâb etsen, şüphesiz sana itiraz olunmaz. Melâike yakaza hâlinde bu mesâbededirler; ve âdemîler ise bunun aksinedirler. Onlarda seçme ve heves vardır. Her şeyi kendi nefisleri için isterler ve her şey kendilerinin olmak için kan dökerler. Bu hâl ise, hayvâniyyet sıfâtıdır. Dolayısıyla melâike, âdemîler hâlinin zıddı olarak zâhir oldu. Şu halde her ne kadar orada bir söz ve dil yoksa da, böyle dediler diye bu yol ile onlardan haber vermek câizdir. Nitekim şâir der ki: Havuz, “Ben doldum” der. Havuz söz söylemez . Onun dili olsa idi, bu hâl içinde böyle der idi. Her bir meleğin bâtınında bir levh (levha) vardır ki, o levhden kendisinin kuvveti kadar, âlem hâllerini ve vuku bulacak şeyleri evvelce okur; ve okuyup bildiği şeyler, varlığa geldiğinde o meleğin Bârî Teâlâ hakkındaki itikadı ve aşkı, sarhoşluğu artar; ve Hakk’ın azametine ve gaybdânlığına (gaybı bilirliğine) taaccüb eder (hayret eder) ve onun aşk ve itikadının fazlalığı ve hayreti, lafz ve ibâre olmaksızın, onun tesbîhi olur. (…) Talebenin itikadı artar. Melâike de bu derecededirler.”