Uncategorized Posts

“Yüzleşme için iki yüz lâzım. Batı kendini tanıtacak bir yüze hiçbir çağda ulaşamadı.”

 

İSMET ÖZEL‘in AVRUPA’NIN DÜNYASI, DÜNYANIN AVRUPASI başlıklı yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Neredeyiz, nereden nereye bakıyoruz? Bu suâl hangi hükmü vereceğimiz söz konusu olduğunda bizi tereddüt içinde bırakacaktır. Toplumun üst tabakasına mensup iseniz dünya meselelerinin tespiti ve hâl yolu hususunda yetkeye karşı cüretkâr olmanızda şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim Lord Bertrand Russell ancak toplumdaki mevkiinden bilistifade söz ve davranış hürriyetinden yararlandığı için kendi ülkesinde hicvedilmiştir. Hakkında dava açılan bir Lord olunca iş tersine dönüyor. Yetke karşısında şöhreti her türlü densizliği yapmasına yetecek kadar yaygınlaşmış Oscar Wilde kendisine toplum önünde hakaret eden Lord hakkında bu sebepten ötürü dava açınca davanın görüldüğü mahkeme şikâyetçi İrlanda asıllı yazarı yazarı Reading zindanına kürek mahkûmu kürek mahkûmu olarak göndermekte gecikmemiştir.

Dünya tarihi hususunda kafa yoranlar şu iki durumdan kendilerini uzak tutamaz: Bunların ilki hayatlarını şehir düzeni ile idâme ettirenlerle göçebeler, yani Grek uydurmacasına göre barbarlar arasındaki ilişkidir. Diğer ikinci duruma ise müstemlekeci siyaset dememiz gerekiyor. Şehirli ile barbar arasındaki zıtlaşmayla her zaman diliminde, dünyanın her yöresinde, her kültürde karşılaşmamız mümkündür. Oysa müstemlekecilik der demez karşımıza sadece Avrupa çıkıyor. Çünkü dünyada keşfettikleri dünyayı kendi aralarında paylaşan bir başka toprak parçası yok. Dikkatimizi Avrupa’nın dünya ile ilişkisine çevirdiğimizde kendimizi iğneden ipliğe ilgilendiren bir mesele karşısında buluyoruz. Çünkü müstemlekecilik eteklerinde asrîliği, yani çağdaşlaşmağı, aydınlanmayı ve bilimin hurafeye karşı zaferini sürüklüyor.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin Fîhî Mâ Fîh isimli eserinden alıntılar

 

Tercümesi merhûm Ahmed Avni Konuk’a ait olan, merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından Hazırlanan ve İZ Yayıncılıktan 82. Kitap olarak (8. Baskı; İstanbul, 2009) çıkmış olan bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İlâhî menşe’li (menşe: köken) olan kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, zaman ve mekân boyutlarını aşmış ve lâ-yuhtî dir (hatâsız). Günümüze kadar yapılmış tefsirler ise beşerî olduğundan bu özelliği taşımazlar. Mehmed Âkif’in: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” beyti bu anlayışın bir aks-i sadâsıdır. (…) Bu ilahî kelâmı zamana bağlı kılmak ise doğru olmaz. Fikirler, tefsirler, ictihadlar eskiyebilir; fakat O kıyâmete kadar hep yeni kalacaktır.

Muhammed (s.a.v.) gülzârında (gül bahçesinde) yetişmiş ve dünyâya o bahçenin râyihasını ulaştıran gönül erleri, bu ilâhî kaynağın ilham sunucularıdır. İşte Hz. Mevlânâ’nın eserleri arasında bulunan Fîhi Mâ Fîh de, bu ilâhî boyuttan uzanan hikmetler yumağından örülmüş bir kaftan ve Rabbânî bir ilhamdır.

Merhûm Ahmed Avni Konuk’un, Farsça aslından yapmış olduğu bu tercüme eseri, günümüze ulaştırmak istedik. Bu eser kütüphânelerde mevcut yedi-sekiz nüshanın karşılaştırılması sûretiyle hazırlanmış olması bakımından da ayrı bir husûsiyet taşımaktadır. (…) Neşre hazırladığımız Fîhi Mâ Fîh adlı eserin yazma bir nüshası Konya Mevlânâ Müzesi kütüphânesi 3895 numarada kayıtlıdır. Mukaddimesinin sonunda mütercimin imzası bulunmaktadır. (…)

Biz bu çalışmamızda Konya Mevlânâ Müzesi kütüphânesindeki nüshayı esas aldık ve Sâdık Kurç beye ait nüshadan da faydalandık. (…) Bu eserin neşri hazırlıklarında mukabele ve genel tashihi ile birlikte, dip notlardaki Mesnevî beyitlerini bulmakta büyük yardımları olan, lügat ve indeksleri hazırlayan muhterem Prof. Dr. Mustafa Tahralı beye şükranlarımı arzediyorum. Bu güzel eserin, gönüllerimizin inbiği, kimliğimizin mühürü, uzun ve meşakkatli hayat yolumuzun rehberi olması dileğimizdir. Dr. Selçuk Eraydın Erenköy 17 Aralık 1993

“Hak Teâlâ buyurur ki: Ben sizi ve evkat (vakitler), enfâs (nefesler), emvâl (mallar) ve rûzgârınızı (zaman,devir, dünya) satın aldım. Eğer bana sarf eder ve bana verir iseniz, onun bahâsı cennet-i câvidândır (ebedî cennet). İşte benim indimdeki kıymetin budur. Eğer sen kendini cehenneme satar isen, kendine zulm etmiş olursun.” (s. 18)

‘İnsân-ı Kâmil’den alıntılar

 

Abdülkerîm el- Cîlî‘nin bu eseri Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilmiş ve merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal ekibince yayına hazırlanmıştır. İZ Yayıncılık 4. Baskı, 2015.

“Cîlî, bu kitapta genel olarak varlık meselesini ele alır ve özellikle Tasavvuf Tarihinde Varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen İbnü’l- Arabî’den aldığı felsefî ve tasavvufî terimleri, İbnü’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Bu düşünce de vahdet-i vücûd dan başka bir şey değildir. (…) Cîlî’nin varlığın tabiatı ile ilgili doktrini İbnü’l- Arabî’den mülhem üç eksen etrafında dönmektedir; bunlar zât, sıfât ve isimlerdir. Cîlî mutlak olarak sıfatı, mevsufun hâlini bildiren veya hâlinin bilgisine ulaştıran şey (dipnot: Cîlî, el-İnsânü’l-Kâmil, s.20.) şeklinde tanımlar. Yani Sıfat, mevsuf hakkında bilgi veren şeydir. Onun görüşüne göre, sıfatlar ile meydana geldiği hakikatler arasındaki fark, ancak olgular âlemi için söz konusudur. Çünkü sıfat bu âlemde mevsufun aynı değildir. Ancak hakikat âleminde, yani batın âleminde gayriyet yoktur. İlâhî Zât, ya da Mutlak Vücûd, ilâhî sıfatların ‘ayn’ ıdır (hakikatidir). Âlem, mazharlarda (zuhûr yerlerinde) tecellî eden ilâhî sıfatların dışında müstakil bir şey olmadığına göre, şöyle denilebilir: ilâhî zât ve âlem ya da hak ve halk hakikatte aynı şeydir. Cîlî, haricî âleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birlikte haricî âlemin Hakk’a nisbetinin, ‘kabuğun öze’ nisbeti gibi olduğunu söylemekte.

“İmtihan yeri”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında İMTİHAN YERİ başlığıyla çıkan yazısının (https: // istiklalmarsidernegi.org.tr/İsmet Özel?Id) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Dünya Neresidir? Bu suale Müslümanların verdiği cevabın imtihan yeri olması gerekiyor. Çünkü Müslümanlar dünyaya Allah tarafından kalubelada verdikleri söze sadık kalıp kalmadıklarının görülmesi için gönderilmişlerdir. (…) Ruhunu dünya hâkimiyetinin bedeli olarak şeytana satanların inşa ettiği medeniyette Allah’a hesap verme fikri çağlar boyunca ya mütemadiyen ikinci plana itiliyor veya mahiyet değiştiriyor. Kâfirler hayatlarında ne dünyanın imtihan yeri olduğu kavrayışına esaslı bir yer ayırıyor, ne de dünyanın âhiretin tarlası olduğu fikriyle hareket ediyor.

Türk milleti olarak imtihan edildiğimiz şeylerin başında Misâk-ı Millî gelir. Her Türk batıda Selanik’te başlayıp Varna’da sona eren, kuzeyde Batum’u, güneyde Musul vilayetini ve güney-batıda Halep’i içine alan hudutların millî sözleşmeyle tayin edilmiş hudutlar olduğunu bilmek, akıl erdirmek zorundadır. Misak-ı Millî üzerine Meclis-i Mebusan yemin etmeden önce Beşiktaş Jimnastik Kulübü Balkan topraklarının yeniden ele geçirildiği güne kadar armasındaki kırmızı rengi matem rengi olan siyaha çevrilmesine karar vermiştir. Bunlar Misak-ı Millî ile ilgili başlangıç bilgileridir. Üzerine eğildiğimizde Türklerin ne büyük haksızlıklara maruz bırakıldığını göreceğiz. Türk tarihi hakkında doğru bilgi edinmek işin girişindedir. Elimizi kaldırılacak taşın altına koymanın asıl vazifemiz olduğu bilinci haylidir bizi bekliyor.

İbrahim Kalın’ın “Barbar-Modern -Medenî / Medeniyet Üzerine Notlar” kitabından(İnsan Yayınları, Birinci Baskı, 2018) alıntılar

 

“Modernitenin ve küreselleşmenin tetiklediği yeni sosyo-kültürel ve siyasî dinamikler, medeniyet gibi büyük kavramları yetersiz, yersiz yahut işlevsiz hâle getirmektedir.” (s. 10)

“Yaratılışın kokusunu duyamayanlar, varlığın sırrına eremezler. Sesin kozmik ahengini yitirdiği, kokunun kozmetik sanayiine indirgendiği bir gürültü ve imaj çağında yaratılışın ritmini hissetmek kolay bir iş değildir.” (s. 15)

“Varlığın, bizim onun hakkındaki düşünce ve tasarruflarımızdan daha fazla bir hakikate sahip olduğu gerçeği, geleneksel metafiziğin temel ilkelerinden biridir. İnsan, kendisini aşan fakat aklını ve özgürlüğünü ortadan kaldırmayan bir gerçekliğin parçası olduğunu kavradığı ve teslim ettiği zaman varlıkla ve kendisiyle barışık hale gelebilir.” (s. 15-16)

“Varlık tasavvurumuzda ve dünya görüşümüzde köklü bir değişime gitmeden cari medeniyet anlayışının sorunlarını aşmamız mümkün değildir. Palyatif (geçici, muvakkat), parçalı ve yüzeysel çözümler sorunu çözmez, sadece erteler.” (s. 16)

“Bugün Batı’nın medeniyet adına söyleyecek sözü tükeniyor. İslam dünyası ise söyleyecek sözünü arıyor.” (s. 16)

“Sözün, manânın ve kıymetin yerini fayda, işlev (fonksiyon), kâr ve çıkar alıyor. Madde âleminin içinde kısır bir döngüye dönüşen teknolojik ilerleme, insanlığın büyük medeniyet yürüyüşü olarak takdim ediliyor.” (s. 16)

“Modern sanayi düzeni, Kral Midas’ın dilemmasıyla (ikilemiyle) karşı karşıya: Dokunduğu her şeyin altına dönmesini isteyen Kral bile bir noktadan sonra bu isteğinden pişmanlık duymak zorunda kalmıştır. Neden? Altına karşı aşırı bir hırs içinde olan Midas, dokunduğu masa ve sandalyelerin som altına dönüşmesinden basta büyük memnûniyet duyar. Fakat yediği yemeğin, öptüğü çocuğunun altına dönüştüğünü gördüğünde dehşete kapılır ve derhal bu isteğinden vazgeçer. Madde hırsının kendi kendini yok etme noktasına geldiği yer de burasıdır.” (s. 16)

Medeniyetin özünü teşkil eden medenîlik, insanın kendine ve evrene karşı takındığı ahlâkî ve insânî tutumları şekillendiren bir değerler manzumesidir. Medenî olmayan toplumlar, medeniyet kuramazlar. Kurdukları şey medeniyet değil, ancak bir maddî-teknolojik tahakküm aracı olabilir. (…). (s. 16)

“Kendi medeniyet, hayat, tefekkür ve estetik değerlerine sahip olmayan bir İslâm dünyasının ne kendi sorunlarına sahih çözümler üretebilmesi ne de insanlığa bir katkı sunması mümkündür. Sanal ve yapay bir çağın bütün meydan okumalarına göğüs gererek medeniyeti yaşayan bir gerçeklik haline getirmek için zihnî bir berraklığa, tutarlı bir düşünce sistemine, sağlam bir irade ve sağlıklı işleyen mekanizmalara ihtiyacımız var. ” (s. 16)

“Kitabın başlığı, içinde bulunduğumuz durumu tasvir etmeyi amaçlıyor. Bugün barbarlığı, modernliği ve medenîliği aynı anda tecrübe ediyoruz. İstediğini zorla ve rasyonel- ahlâkî olmayan yöntemlerle elde etme çabası olarak barbarlık, farklı biçimlerde yaşamağa devam ediyor. Modernlik, ilerleme, kalkınma, ulusal çıkar, uluslararası düzen, ekonomik fayda, verimlilik vs. adı altında insana ve tabiata karşı yapılan barbarlıklar, uzun bir liste oluşturuyor. Çağdaş, insancıl yahut estetik görünümler altında akıl ve erdemden yoksun politika, tutum ve fikirlerin modern toplumların bilinç-altına nasıl yerleştirildiğine hep birlikte şâhit oluyoruz. Şiddeti estetize eden, şehveti ve hırsı kutsayan ve insanın varoluşunu tüketim çılgınlığına indirgeyen barbarlıkların bize emanet olarak verilen yeryüzünü giderek yaşanmaz hale getirdiği gerçeğini inkâr etmek mümkün değil. Çevre krizi ve küresel ısınma gibi sorunlar, dipte yaşanan zihin ve ruh krizinin tezahürlerinden sadece bazıları. Fakat modern siyasî-ekonomik düzen bu gerçeği bile kabullenmekten kaçıyor. Çoğulculuğu ve farklılığı teorik bir değer olarak kabul eden modern toplumlarda ırkçılığın ve ayrımcılığın derinleşmesi ve normalleşmesi de görmek istemediğimiz gerçekler arasında yer alıyor. Netice itibariyle modernlik ve ilerleme adına barbarlığın yeni şekiller aldığı bir çağda yaşıyoruz.” (s. 17)

Modern olma hali, çağdaş toplumların katıldığı, katlandığı veya maruz kaldığı bir durumu ifade ediyor. Geleneğin yerine seküler-ilerlemeci bir varlık tasavvurunun inşa edilmesi anlamında modernlik, son birkaç yüzyılın temel anlatılarından birini oluşturuyor. Modernliği bilimsel gelişme ve ekonomik kalkınma olarak tanımlayanlar, bu sürecin insanlığa büyük faydalar getirdiğini ileri sürebilir. Öte yandan modernitenin yol açtığı siyasî, dinî, ekonomik ve çevresel sorunların dünyayı bir bütün olarak felâkete sürüklediğini söyleyenler de çıkabilir. Fakat kesin olan bir şey varsa o da barbarlığın ve modernliğin eş zamanlı yaşanan süreçler olduğudur. Aydınlanma sonrası dünya tarihi, barbarlık sıfatını hak eden hazin örneklerle dolu. Dahası, modern barbarlıkları meşrulaştırmak yahut örtbas etmek adına işlenen zihnî ve ahlâkî cinâyetler, modernliğin hiç de masum olmadığını ima ediyor. (…)” (s. 17)