Uncategorized Posts

şeytanı kahreden dua

 

“Eûzü bikelimâtillâhi’t tâmmeti min şerri mâ haleka ve zerae ve berae ve min şerri mâ yenzilü mine’s semâi ve min şerri mâ ya’rucü fîhâ ve min şerri fitneti’l leyli ven nehâri ve min şerri külli târıkın illâ târikan yetruku bi hayrın yâ rahmânu”

“Mevlâ’nın tam olan kelimeleriyle, bütün mahlûkatın kötülüklerinden, gökten inen şeylerin ve göğe çıkan şeylerin kötülüklerinden, gecenin ve gündüzün fitnesinden, geceleri hayırdan başka gelen şeylerin şerrinden, merhamet sahibi olan Allah’a sığınırım.”

“Ellâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in tıbbil kulûbi ve devâihâ ve âfiyetil ebdâni ve şifâihâ ve nûrıl ebsârı ve dıyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”

“Ferdün hayyün kayyûmün, hakemün, adlün, kuddûsün, anetilvücûhü lilhayyilkayyûm. Ve terzüku men teşaü biğayri hisâb.”

“Ellâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in tıbbi’l kulûbi ve devâihâ ve âfiyeti’l ebdâni ve şifâihâ ve nûri’l ebsâri ve ziyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”

“Dünyayı ve dünyada mülk edinmek insanın ahlâk dokusunu gevşetir.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde çıkan İNANMAK YETER Mİ ? başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Katolikler kendi aralarında ikiye ayrılır : Bir kısmına ki, sanıyorum büyük kısmı onlar teşkil eder, catholique croyant(inananlar) adı verilir , azınlıkta kalan kısma düşen isim ise catholiq pratiquant (tatbik eden) olmuştur. Yani çoğu Katolik mezheplerinin teorik kısmına itiraz etmediği için Katolik sayılır; ama dini hassasiyetle uygulayan azınlıktakiler onlardan ayrılır. Aynı ayrımın Müslümanlar için de geçerli olduğunu zannedenler hata içine düşeceklerdir. Giderek Türklerin “iman ile paranın kimde olduğu belli olmaz” demiş olmaları hatırdan çıkarılmamalı.

Yazıma Katolik kelimesini zikrederek başlamam bir tesadüf değil. Katolik kilisesi Avrupa’nın kuzeyini güç kullanarak Hıristiyanlaştırdı. İzlanda’nın, Britanya’nın, Danimarka’nın, Norveç’in, İsveç’in, Flnlandiya’nın bayraklarında haç işareti görüşümüz bu yüzdendir. İstanbul Haçlı seferlerinin ilkinde ve dördüncüsünde Katolikler tarafından yağmalandı. Rum Ortodokslar Romalı kafasına göre o günlerde gerçek Hıristiyan değillerdi. Frenk kelimesini biz Türkler Yunanlılardan öğrendik. Osmanlı ordusu da bir Avrupalı millet-devletle değil Haçlı ordularıyla savaştı. Osmanlı’nın hasmı yüzyıllar boyunca Frengistan oldu. Modernliğin bir aşamasında ticaret için Türk topraklarına gelip yerli gayri-Müslimlerle evlenerek hayatını geçiren Avrupalılara “Tatlısu Frengi” adını verdik. 1929’da, İtalyan Faşizminin tatlı günlerinde Vatikan devleti doğdu. Sözün özü, tarihî gelişmede biz Türkler gayri-Müslimlerin Katolik olanlarıyla aramızdaki mesafeyi diğerlerinden daha büyük tuttuk. Olan bitenler tarihî gelişme içinde, hem de uzak bir tarihî gelişme içinde, olup bitenlerdir. Cumhuriyet’in ilânını izleyen yıllarda karşılaşmak zorunda bırakıldığımız inkılâplar Türkleri başta İslâm olmak üzere bütün dinî düşüncelerle zıtlaşma noktasına sürükledi. Yıllar içinde din okur-yazarların gözünde tabu görünümüne vardı. (…) Yani 27 yıl devam eden CHP tek parti idaresinin Türkiye’deki İslâm muhalefeti, SSCB Komünist Partisi’nin dine bakış tarzından daha sertti. Bu vakıadan ders almamız zaruridir. (…) Hatırlayalım ve hatırdan çıkarmayalım ki, İslâm’a olan Türkiye’deki muhalefet dünyadaki İslâm düşmanlığının bir parçasıdır.

Niçin Antonio Gramsci’nin hegemonyaya karşı hegemonya tezi sonuç vermedi? Çünkü Avrupa’da doğmuş olan komünist düşünce aydınlık gelecekler adına sanayileşmeyi ve dolayısıyla proleteryanın varlığını veri sayıyordu. Hristiyanların 1848. yılında yayınlanan Komünist Manifesto Avrupa’nın kentsoylu sınıfını tarihteki en devrimci sınıf olarak gösterdiğinden anlıyoruz ki, Aydinlanma Çağı’nın yavrusu Marxism geçerliliği ilerleme ve evrim fikri dairesinde yürürlüğe girebilen bir yaklaşımdan fazlası değildi. Batılaşmacı aydınlarımız önce Batı’ya cevap verecek tezlerin Batı’dan devşirilemeyeceğini anlamalıydılar. (…)”



“Mü’min mü’minin aynasıdır.”

 

Oysa “Kâfir kâfirin aynasıdır” denilmemiştir. Kâfirin kendi aynasından haberi yoktur, demek olur.

“Mustafâ (a.s.v.) Efendimiz, ashabdan birisine: “Seni çağırdım, niçin gelmedin?” diye itâb (azarlama) buyurdular. “Ben bîçâreyim”, diye cevap verdi. Buyurdular ki: İyidir, eğer tüm vakitlerde dâimâ bîçâre olursan, her bir hâl içinde, hattâ kudret hâlinde bile, acz hâlinde olduğu gibi, kendini bîçâre görürsün. Zîrâ senin kudretinin fevkınde bir kudret vardır; ve sen tüm hâllerde makhûr-ı Haksın (Hakk’ın gazabına uğrayansın); senin hâlin iki kısım değil midir? Bazan çaresiz ve bazan çareli. Bakışını onun kudretine atf et ve dâimâ kendini çâresiz ve âciz ve miskin bil! Değil yalnız zayıf olan âdem, belki arslanlar, kaplanlar ve timsahlar da, bütün onun çâresizleri ve lerzânıdırlar (titreyenleri); ve gökler ve yerlerin hepsi çâresiz ve O’nun hükmünün ra’şedârıdır (ürkeni, titreyenidir) .

“Gerçek fakirlik, ihtiyacını Hak’dan istemek ve mahlûkâttan müstağnî olmaktır.”

” Abdullah (Allah’ın kulu) olmayanlar, abdü’ş-şehvet, abdü’s-servet veya abdü’l-mansıb yani makamın kulu olmaktan kurtulamazlar.”


“Hz. Mevlânâ pâdişahlar ile sohbeti ve yakınlığı baş gitmesi ihtimâlinden dolayı tehlikeli görmez; çünkü baş bugün olsun, yarın olsun mutlaka gidecektir. Mevlânâ’nın endîşe ettiği asıl tehlike; bir kimsenin bunlar ile sohbet edip onlara muhabbet ederek mallarını kabul etmesiyle, onların arzûsuna ve mizâcına göre söz söylemesi ve gönüllerini gözeterek fena görüşlerine iştirak etmesidir.”

“Devlet adamlarının kendi menfaatlerini gözeterek hareketi, Hakk’a ve halka hizmet anlayışını zedeler. İlmi, kendisine menfaat sağlayan bir vâsıta olarak gören âlimlerin çoğalması tâatın fesâdına sebeb olur ve halkın ahlâkı da bozulur. Bu ahlâkî çöküş, kazanç yollarını da bozar.”

“Bu fesâd, devlette adâletsizliği, öğretim kurumlarında tamahkârlığı, halkta riyâkârlığı artırır.”

“Devlet adamları, kıblesini çoğaltmamış, abdullah (Allah’ın kulu) olma idealini kaybetmemiş âlimlerden yüz çevirmedikçe; âlimler menfaat ve mansıb niyetiyle devlet adamlarına yaklaşmadıkça ve halk her işi i’tibâr talebiyle yapmadıkça tefessüh etmez (bozulmaz).”

“Tasavvuf edebiyatı klasiklerinden Keşfü’l-Mahcûb isimli eserin yazarı Hucvîrî’ye göre, ilimsiz emîr, takvâsız âlim, tevekkülsüz halk şeytanın yoldaşı olur.”

n

El-Bâtın(numen) ve Ez-Zâhir (fenomen)

 

“Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur. Âlem ve biz, O var olduğu için varız, bizim varlığımız O’nun varlığıdır. Biz yoktuk O vardı, sonra o varlığından bir nebze bize de verdi ve biz de O’nunla var olduk. Bize verdiği o emanet varlığı geri alacak olsa biz var olmayız, aslımız neyse ona döneriz.

O bir başına kendi zâtında müstağrak bir halde bulunuyorken kendindeki güzellikleri paylaşmak ve böylece paylaştığının üzerinde o kendine ait güzellikleri yine kendisi temâşa etmek ve o paylaştığının kendisini tanımasından, övmesinden hoşnut olmak isteyince bu ilâhî murâda ayna olabilecek istidattaki o ilk mahlûk (sav) işte bu arzu dalgalarının kabarmasıyla, taşmasıyla neş’et etmiş oldu. Böylece Ahad olan Ahmed oldu, Vâhid oldu. Küntü kenz’den (Ben Gizli bir Hazine idim) Levlâke levlâk (Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) oluştu. Böylece o Gizli Hazine’nin açılması, zuhûru başlamış oldu. Ancak bu iki mertebede yine ulûhiyyet dâiresi içerisinde bulunduklarından, daha O’nun sıfatları, isimleri birbirinden ayrılmamıştı. Zât, sıfatlar ve isimler hepsi birdi. İşte bu ilk ikinin büyük aşkından o sıfatlar ve isimlerin birbirinden ayrılmaları doğmuş oldu. Vahdet kesrete dönüştü. Ve bu mertebede taayyün eden her bir sıfat ve isim hâriçteki şeylerin her birinin hakîkati oldu. Bu hakîkatlerden her biri bir alta inerek basit cevherler olarak görünür oldular. El- Bâtın (numen) işte böylece artık ez-Zâhir (fenomen) oldu.

İşte insanoğlunun bu en temel sorularına bir cevap da Müslüman muhakkiklerden Şeyhu’l-ekber ünvanıyla meşhur Muhyiddîn İbn Arabî’den böyle gelecektir. Onun kendine has diyebileceğimiz ve bir başka müellifte göremediğimiz bu kabil açıklamalarından dolayı da kendisinin bu konuda orijinal bir müellif olduğunu söyleyebiliyoruz. Çalışmamızın ilerleyen sayfalarında işte bu müellifin hem hayatını ve eserlerini inceleyeceğiz ve hem de konumuzla ilgili görüşlerini bulup çıkarmağa çalışacağız. ( Mahmud Erol Kılıç’ın “İbn Arabî Düşüncesine Giriş Şeyh-i Ekber ” isimli SUFİ KİTAP (1.Baskı: Kasım 2009 ) yayını olarak Mahmud Erol Kılıç beyefendinin doktora tezinin kitaplaşmış hâlinin GİRİŞ bölümünün yarısı kadarını alıntılamamdan oluşuyor bu yazı.


İbn Arabî Düşüncesine Giriş

 

Mahmud Erol Kılıç’ ın ŞEYH-İ EKBER İBN ARABÎ DÜŞÜNCESİNE GİRİŞ (1.Baskı: SUFİ Kasım 2009, Yayına Hazırlayan: Nedim Tan Editör: Zeynep Öztek ).

“(…) Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde “Tasavvuf Bilim Dalı”nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…) Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabî üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümit edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun. (…). Özellikle dikey, enfüsî terminolojiyle yapılan bir ilim olan tasavvufun sırf kelâm anlatımı için, meselenin daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla yatay, âfâkî terimler kullanmak zorunda kalındığı durumlarda bu daha da aşikâr bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ “Benim bu söylediklerim mantıkî bir sisteme tâbi değildir” diyen İbn Arabî’nin sisteminden bahsetmek, “Evliyâ ve enbiyânın yolu fikir ve nazarla. değildir” diyen İbn Arabî için onun fikirleri demek, “Feylesoflar aslında kendilerinde olmayan bir takım görüşleri başkalarından toplayarak değişik lâflar altında naklederler” diyen İbn Arabî için İslâm’ın kendi öz feylesofu tâbirini kullanmak, bazen ilm-i hakâyık (hakikatler ilmî) için metafizik kelimesini, varlık mertebeleri için ontoloji, keşf ve tecellî ile elde edilen maârif için epistemoloji, seyr-i sülûk için psikoloji tâbirlerini kullanmak hep meseleyi modern zihni oluşturan kavramlar aracılığıyla anlatabilmek ihtiyacından doğmaktadır. Özellikle, mesleğin yabancısı olmayan irfan sahibi okuyucunun bunları, mevcut anlayışın içini dolurduğu fikrî ve ideolojik manâlarından soyutlayarak adetâ sırf birer terim olarak görmesi halinde bu mahzuru hafifletebileceğini ümid ederim. Zâten böylesi iki dilli konuşma tarzı tasavvuf ehlinin pek de yabancısı olduğu bir uygulama olmasa gerektir. Hem şunu da unutmamak gerekir ki Hz. Şeyh de görüşlerini, çok büyük oranda içinde bulunduğu zaman diliminin ilmî muhitlerinde kabul edilmiş ve şöhret bulmuş kavramları kullanarak ifadelendir- mişti. En başta Vücûd terimi olmak üzere onun kullandığı birçok mefhum ilk defa kendisi tarafından icad olunuyor değildi. Ne var ki o, birçoğunun beşeriyet elinde oynana oynana kaymış semantik manâlarını bulup çıkardı ve bunlara yeni manâlar yükledi, yeni ruhlar üfledi. Zira ona göre sûretler, kalıplar ihtilaf eder ama manâ birdi.

Çalışmamızda başvurduğumuz eserlerin eğer ulaşabilmiş isek aslını kullanmayı tercih ettik; ancak aslına ulaşamadığımız durumlarda tercümelerden istifade yoluna gittik. Tabiatıyla en çok başvurduğumuz eser olan el-Fütûhat‘ın ise iki farklı nüshasını kullandık. Ardından (Thk.) rumuzunu koyduğumuz nüsha Dr. Osman Yahya tarafından hazırlanarak bugüne kadar 14 cildi çıkmış olan tahkikli Kahire neşridir. Bu rumuzun yer almadığı nüsha ise dört ciltlik Beyrut baskısıdır.

Mevzumuza geçmeden önce Hz. Şeyh’in yüksek rûhâniyetinden istimdat dilediğimizi ve kusurlarımızın da hoşgörüleceğini ümid ettiğimizi husûsan belirtmek isteriz. Yüce Allah onun sırrını takdîs, yolunu dâim ve himmetini de hâzır etsin.

Ayrıca bu çalışmamın başından itibaren göstermiş olduğu büyük sabır ve hoşgörüsüyle sahip olduğu engin bilgi- sinden istifade etmeme müsaade eden kıymetli hocam muhterem Prof.Dr. Mustafa Tahralı beyefendiye nihayetsiz minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç telakki ederim. Çalışmam esnasında her zaman kendisinden büyük şefkat ve yakınlık gördüğüm fakat çok merak ettiği tezimin iki kapak arasına girmiş halini göremeden, misâl âleminde istirahat ettiği bir esnada ebedî istirahatgâh olan hakîkî aşk âlemine urûc eden, mazhar-ı serâpa-rahmet Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın beyefendiye Cenab-ı Allah’tan sonsuz rahmet niyaz ederim. Tasavvuf Bilim Dalındaki bu çalışmama yardımcı olan pek kıymetli hocalarım Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ve Prof. Dr.İrfan Gündüz beyefendilere de en samimî şükranlarımı arz ederim. Yine muhterem hocam Prof. Dr. Bekir Karlığa beyefendiye de şükran borcumu edâ etmek isterim. Pek kıymetli arkadaşım Ali Pulcu beyefendinin de en samimî teşekkürlerimi kabul etmesini kendisinden dilerim.

                          Mahmud Erol KILIÇ                Kasım 1995

İstanbul

Müellif