Uncategorized Posts

‘Orhan Okay Kitabı’ndan alıntılar

 

Ezel Erverdi’nin hazırladığı, Dergâh Yayınları’nın 168. Kitabından (1. Baskısı Haziran 1997, 2. Baskısı Nisan 2011) , Sunuş da dâhil olmak üzere yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İnsanları biraraya getiren sebepler vardır: İdeal, fikir veya menfaat birliği, özel bir kişi, parti, cemaat veya örgüt, ticaret, seyahat, okul, askerlik v.b. Nurettin Topçu ile Mehmet Kaplan bizlerin hayatında önemli bir yere sahiptir. Onlar birçok tanışmaya, arkadaşlığa sebep oldu. Orhan Okay Vefa Lisesi’nden Nurettin Topçu’nun öğrencisi. Keza Behice Kaplan’ın ve sonra Mehmet Kaplan’ın. Ben de İstanbul Lisesi’nde Nurettin Topçu’nun öğrencisiydim. Mehmet Kaplan’ı 1961’de Milliyetçiler Derneği’nin seminerlerini tertip ederken tanıdım. Orhan Ağabey bu derneğin kurucularındandı. 1965’ten sonra Kaplan beyle yaş sınırlarını aşan bir ahbaplık ve dostluk kurduk. Değişik planlarımıza rağmen Hareket Yayınları’nın ilk kitabı Nesillerin Ruhu, Dergâh kYayınları’nın ilk kitabı Şiir Tahlilleri I oldu. Mukadderat, kader diyebileceğimiz gibi, tesadüf diyenimiz de olabilir. Orhan Okay’la 1963’te, kendisi Fransa’ya gitme hazırlıkları içindeyken Nurettin Bey’in isteğiyle Erzurum’da tanıştım. Fransa dönüşünden (1965) bugünlere uzanan bir “yolculuk”. Hareket dergisini 1966’da yayınlamaya başladığımızda, yazı yazması için çok çabaladım. İlk yazısı Mehmet Kaplan’ın Nesillerin Ruhu kitabını tanıtan bir yazıydı. Daha sonra da birkaç yazıda S.F. Kâhyaoğlu imzasını kullandı. Yazı yazmaktan çekinir gibiydiler. Hareket‘e çok seyrek yazı vermesine rağmen Erzurum’da abone kaydetmek ve derginin temsilciliğini yapmaktaki gayretlerini şükran ve minnetle belirtmek isterim. Doktora tezini (Beşir Fuad) 1969’da Hareket Yayınları arasında yayınladık. Dergâh Yayınları’nın sekiz ciltlik Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nde; Abdullah Cevdet, Ahmet Haşim, Ahmet Mithad Efendi, Beşir Fuad, Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Hamdi Tanpınar maddelerini yazdılar. 1989’da makalelerini derlerken, Sanat ve Edebiyat Yazıları ismiyle 1990’da yayınladığımız kitap için de epey dil döktüğümü hatırlıyorum. Bunlar arasında Hüseyin Ayan’la beraber hazırladığı Hüsn ü Aşk’ı da zikretmem gerek. 1990’lardan sonra Ülke Yayınları ders kitabı yayınına başlamıştı. Lise Edebiyat Ders kitaplarını Orhan Okay’ın kaptanlığında Cemal Kurnaz, Yavuz Akpınar, Alaattin Karaca ile yayınladık. Kendisiyle son yıllarda daha geniş bir yayın (bütün eserleri) faaliyeti içindeyiz.

“Ben Balatlıyım.” Bu kitap için yazdığı hayat hikâyesine Orhan Ağabey bu cümle ile başladı. Balat, Osmanlı ekalliyetlerini birarada barındıran bir semt. Yahudi, Rum ve Ermeniler. “Onların hepsi Osmanlı idi. Yerli İstanbullular ve çok değişik yerlerden gelen Anadolulular da vardı. Ama İstanbul onların hepsini eritiyordu. (…) Paris’e ilk gittiklerinde Türkiye’den göçen bir Ermeni hanımın yerinde kaldılar. (…) Balat, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da farklı kültürleri barındıran bir semttir. Orhan Okay bu semtte doğar, buyur. Babası Salih bey polis memurudur. Kitaplara ilgisi vardır. Orhan Ağabey yaşıtlarından çok önce okuyup yazmağa başlar. Ortaokul ve Lise yıllarında edebiyata ilgi duyar. Lisede aruza hâkimdir. Çocukluğunda yazı denemeleri yapar. “… Hasılı o çocukluk yazılarım, şüphesiz çocukça yazılarım, benim anılarımda buharlaşıp kayboldu. Son Telgraf‘taki çocukça yazılardan sonra bu yazımın adı daha ‘delikanlıca’ oldu: İfadenin Masûniyeti… Makale yahut deneme diyebileceğim bu yazı Türk Sanatı dergisinin 1 Nisan 1953 tarihli 7. sayısında yayımlandı. Bu yazıdan sonra fakültenin son sınıfında daha sürekli olarak, Faruk Kadri Timurtaş’ın Paris’e gitmesiyle boşalan köşeyi dolduracak yazıları yazar. 1954 Mayıs’ından itibaren (küçük) İstanbul dergisinde “Dergiler-Yayınlar-Olaylar” başlığı ile her ay, hemen hemen bir yıl boyunca yazar. Bu köşe O. Okay’dan sonra Turan Alptekin tarafından doldurulacaktır. Orhan Okay, “Hayatımın çizgisi Behice Hanım’la, Mehmet Kaplan’la tanışmamızla başladı. Yani her iki hocamın da, Nurettin Topçu’nun da hep özel öğrencisi, tabiî yaşımız yakışmaz böyle bir şey söylemeğe ama dostu olduk, dostluklarımız bütün hayatları boyunca devam etti. Kendilerine büyük minnet duygularım vardır. Yetişmemde büyük rolleri olmuştur” diyor. Lise sonrası tercihinde edebiyatla felsefe arasında kalır. Felsefeye başlar, edebiyata döner. Zira öğretmenlik yapabilme problemi vardır. “Felsefeye heves etmemde Nurettin Bey’in etkisi çok büyüktür. (…) Felsefe çok zengin ve derin bir alandır… Felsefeden ayrıldıktan sonra içimde ona karşı bir heves devamlı kaldı. Gönlümde felsefeye dair hâlâ önemli bir yer vardır. Yani felsefe benim için kazanılmış bir bilgiden ziyade, bir özentidir” der. Orhan Okay’a göre doktora konusu Beşir Fuad, edebiyattan ziyade felsefeye yakındır. Beşir Fuad bir Osmanlı pozitivist ve natüralistidir, edebiyata da düşmandır. Nurettin Topçu’yu daha idealist bulur. “Daha kırıcı tarafları vardı. Yani kendisine yapılan hataları değil, ideale yapılan hatayı affetmediği olurdu”. Vefa Lisesi’nde birçok önemli öğretmeni vardır. Tesiri altında kaldıkları, Behice Kaplan ve Nurettin Topçu’dur. N. Topçu Sorbonne’da felsefe doktorası yapmış, doçentlik ünvanını almış ama üniversitede değil lisede hocadır. Bu durumdan O. Okay “Harikulâde bir şans” diye bahseder. N. Topçu gerçekten bir felsefecidir. Kendisi üniversitede değildi, felsefe hocası olarak kaldı. Üniversitedeki hocalar felsefe hakkında bilgisi olan insanlardır ve Felsefeci değildirler. Oysa N. Topçu bir felsefe ortaya koyan insandır… Doktora tezi İsyan Ahlâkı adıyla çıkmıştır. Gerçek bir felsefe metnidir.” (…)

Orhan Okay’ın lstanbul’daki muhitine 1960’ta girdim. Orada Rahmi Eray’ın tesiri ve Nurettin Topçu’nun manevî liderliği hâkimdi. (…) Hoca’nın şüphesiz idealistliğinden gelen şahsî iğbirarla (kırılma-gücenme ile) ilgisi olmayan kırgınlıkları, dargınlıkları vardı. Tek tek “iyi” insan olan dernek mensupları bir yandan da hayata yenilmiş insanlardı. Rahmetli Nurettin bey, “Muallim, ruhları işleyen sanatkârdır; öğreten, irşad eden, yol gösteren, terbiye eden kısaca emin, mürebbi ve veli vasıflarına sâhip insandır. Devleti ve medeniyeti kuran, yapan da yıkan da muallimlerdir. (…) O Erzurum’u, Erzurumlu da onu sever . Otuz beş yılı bu şehirde ve o üniversite’de geçmiştir. İstanbul’a döndükten sonra da önce eşi, sonra da kendisi vefat etmişlerdir. Allah çocuklarına sağlık-âfiyet versin. âmîn.”

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-IV Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk Birkaç alıntı

 

Hazırlayanlar : Prof. Dr. Mustafa Tahralı Dr. Selçuk Eraydın M.Ü. İFAV Altıncı Baskı İstanbul – 2017

“Her şeyin ezelî istidâdı ne ise, bu rahmetin nüzûlünde îman ve hidâyet ve ni’met ve zevk ve râhat gibi tab’a mülâyim gelen; ve küfür ve dalâlet ve nıkmet (belâ) ve elem ve rahatsızlık gibi tab’a gayr-ı mülâyim gelen bir takım ahvâl o şeye vârid olur. Şu halde rahmet-i ilâhiyye, mahzâ vücûd verdiği için, mülâyim olsun, gayr-ı mülâyim olsun hepsine vâsi’ oldu.

Halkın isti’dâdına vâbestedir âsâr-ı feyz / Ebr-i nîsândan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.

İşte bunun gibi zât-ı ahadiyyette mahfî olan esmâya rahmet-i zâtiyye-i âmmenin şümûlü ale’s-seviyedir (seviye üzeredir). Mülk, 67/3 âyet-i kerîmesi mûcibince rahmet-i rahmâniyyenin her bir ism üzerine sereyânında (yayılmasında) tefâvüt (farklılık) yoktur. Tefâvüt ancak ilâhî isimlerin isti’dâdatındadır. Rahmet-i rahmâniyyenin feyezânında Hâdî isminin mazharı olan aynda hidâyet sûreti, ve Mudill isminin mazharı olan ayn’da dahi dalâlet sûreti zâhir olur.

FÎHİ MÂ FÎH’den alıntılar

 

“İnsanın üç hâli vardır: İlki budur ki, Hak etrâfında dolaşmaz. Kadın, erkek, mal ve hacer ve meder (taş ve kerpiç) her ne olursa olsun, cümleye ibadet ve hizmet eder; Hakk’a ibâdet etmez. Ondan sonra ona bir. ma’rifet ve ıttılâ’ hâsıl olunca Hakk’ın gayrisine hizmet etmez. Ve bu hâlden terakki ettikten sonra, sükût eden olup Hakk’a hizmet ediyorum veya etmiyorum demez; bu iki mertebeden dahi hârice çıkmış olur; ve bu tâifenin âlemde bir nişan ve âvâzesi zâhir olmaz. Cenâb-ı Hak ne zâhir ve ne de gâibdir. Her ikisini de yani huzûr ve gaybi yaratıcıdır. Bundan dolayı her ilkisinin gayri olur. Çünkü eğer hâzır olsa, gaybet olmamak gerekir. Gaybet vardır ve hâzır değildir; zîrâ huzûrun indinde gaybet vardır. Bundan dolayı o huzûr ve gaybet ile itelenmiş olmaz. Aksi halde zıddan zıd doğmak gerekir. Çünkü gaybet hâlinde huzûru, O’nun halk etmiş olması gerekir. Ve huzûr gaybetin zıddıdır. Dolayısıyla zıddın zıddan doğması câiz değildir; ve Hakk’ın kendi mislini yaratması câiz olmaz. Zîrâ “O’nun benzeri yoktur” derler. Eğer mislin misli yaratması mümkin olsa, tercîh-i bilâ-mürecceh gerekir. Oysa ikisi de yok edilendir.

“Mahiyet Teorisi”ne dâir bilgi

 

Prof. Dr. Ömer Türker tarafından Hazırlanan ve KETEBE Yayınları’ndan çıkan Metafizik 2. Cild’de yine Ömer TÜRKER’in Mahiyet Teorisi üzerine yazdıklarından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak..

Giriş bölümünden alıntılar:

“İslam öncesi dönemde mahiyet kelimesi, daha ziyade nesnenin tanımsal ifadesi anlamında kullanılmıştır. İbn Sînâ’ya kadar İslâm felsefesi geleneğinde de bu şekilde kullanılmıştır. İbn Sînâ varlık-mahiyet ayırımı yaparak bu ayırımı zorunlu-mümkün ayırımıyla ilişkilendirince mahiyet kavramı, mantık kavramı olmasının yanı sıra metafizik bir kavrama dönüşmüştür. Buna göre bir şeyin tanımından varlık ve yokluğu çıkardığımızda herhangi bir çelişkiye düşmüyorsak o şeyin tanımında varlık ve yokluk bulunamaz. Tanımda varlık ve yokluğun bulunmaması, şeyin ancak varlık veren bir illetle irtibatı kurulduğunda var olmakla, illetle irtibatı kesildiğinde ise yok olmakla nitelenmesi anlamına gelir. Tanımında yokluk bulunması şeyin imkânsız olmasını, tanımında varlık bulunması ise şeyin zorunlu olmasını gerektirir. Böylece mahiyet sahibi olmak ile mümkün olmak arasında; mahiyetsiz olmak ile zorunlu olmak arasında bir ilişki kurulmuştur. Bu bağlamda mahiyet teorisi, temel kavramlarının varlık, mahiyet, zorunlu ve mümkün olduğu yeni bir ontolojinin inşa edilmesini sağlamıştır. Bütün mevcutların mahiyetli-mahiyetsiz veya mümkün- zorunlu şeklinde iki kısma ayrılabileceği düşüncesinden hareket eden yeni ontoloji, hem burhan teorisinin tikel mlbilimlere uygulamalarını etkilemiş hem de metafiziğin temel meselelerin yeniden ele almayı gerektirmiştir. Teorinin imaları, İbn Sînâ sonrasında Fahreddin er-Râzî (ö.606/1210), Sühreverdî (ö.587/1191), İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) gibi müteahhirîn dönemin kurucu düşünürleri tarafından çıkarılmıştır. Sühreverdî mahiyet kavramının merkeze alındığı, İbnü’l-Arabî varlık kavramının merkeze alındığı, Râzî ise ikisi arasındaki ilişkinin sorunsallaştırıldığı düşünce geleneklerinin oluşumuna kaynaklık etmiştir. Bu sebeple Râzî ve tâkipçileri tarafından mahiyet teorisi eleştirel bir okumaya tâbi tutulmuştur. Sühreverdî takipçileri, dışta var olanın mahiyet olduğunu, varlığın ikinci makul olduğu tezini derinleştirmiştir. İbnü’l-Arabî takipçileri ise dışta var olanın varlık olmak bakımından varlığın kendisi olduğunu, mahiyetlerin bu varlığın farklı görünümleri olarak değerlendirilebilecek halleri olarak düşünülmesi gerektiği görüşünü derinleştirmiştir. (…)

Kimdir “modernliği içine sindiren”?

 

İsmet Özel’in ” YA DÖNEN BİR DOLAP YOKSA ! ” başlığıyla çıkan yazısının (istiklalmarsidernegi internet portalı İsmet Özel Köşesi) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.”

“Modernliği içine sindiren insan bir sıradağ silsilesinin göbeğine bırakılmış gibidir. Kimdir “modernliği içine sindiren”? O, içine doğduğu kültürü ve/veya medeniyeti olağan, kaçınılmaz kabul edendir. (…)

Oysa kurulu düzene boynunu uzatanlar dışındaki her insan için durum bunun tam tersidir. (…) “Zübde-i âlem olan Âdem her kişinin bu fikre kapılması kastı güdülerek yaratılmıştır. Beşerin bedeni câhiliyeti, zulmeti geride bırakmak ve nura kavuşmak özellikleriyle donatılmıştır.

Önce “bir sıradağ silsilesinin göbeğine bırakılma” ifadesine açıklık getirelim: Yeryüzüne göz attığımızda bütün toplulukların bir diğerinden farklı özellikler taşıdığını görürüz. Sultası altında bulunduğumuz hegemonya (bu kavramı dünyayı barbar ve medenî olarak ikiye bölecek kadar, Avrupa’da XVII. yüzyılda doğan bilim ve fenne ruhunu teslim edecek kadar kafanızda genişletin) bizi toplumlar arasındaki farkın gelir düzeyine ilişkin olduğuna inanmağa zorlar. Bu zorlama hükümetler katında nicedir başarıya ulaşmış gibi görünüyor. Neticede hükümetler kendi inançlarını millete aşılama gayretine dalıyorlar. Bu gayret vadide gezinen halkın kendine tırmanmağa değer bir zirve seçmesine sebep oluyor. Ne zaman ki halk o zirveye erişme imkânına kavuşuyor, işte o zaman kendinin bir sıradağlar ortamına bırakıldığını, çevrede eğer istenirse tırmanılabilecek yüzlerce, binlerce zirve bulunduğunu görüyor.

Hz. Âdem ahfadıyız. Bu cümleye hangi gözle bakmalı? Eğer bu cümleyi monoteist dinlerin mitosunun bir parçası olarak olursanız Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e hak vermiş olacaksınız. O şöyle demişti: “Bir yalan ne kadar büyük olursa ona inanan insan sayısı o kadar çok olur”. Hayır, Hz. Âdem’in ahfadı oluşumuz fikrine mitos gözüyle bakmıyoruz. Tersine, bu fikri gerçekliğe varmanın en mühim anahtarı sayıyoruz. (…)

Hz. Âdem ahfadıyız; çünkü heimizde İblis’in iğvasına meyletme istidadı var. Bu istidat bütün karmaşık yapıların sırrını çözme alanına çekiyor bizi. (…) Hiç farkına varmadan züppeliğe meylediyoruz. (…) Felâket insan elinden çıkma yapıların yaradılışın tabiatında mündemiç olduğu zannına kapılışımızdır. (…) Modernlikle savaşmağı gereksiz saydığımız için icbar edildiğimiz şartdan azami sağlamağa çalışıyoruz. Artık “mahşer günü herşeyin hesabını vereceğimiz fikrinden uzak yaşamağı olağan sayıyoruz.

Toplumda işgal ettiği mevki ne olursa olsun her ferdi içine alan bir mesele bu. (…) Aklımızı her davranışımızın bir mes’uliyeti yerine getirmeğe ilişkin olduğuna hasredersek istikamet sahibi olmanın vazgeçilmezliğini kavrarız. (…) Yirminci yüzyıl yerini “yer” kavramının yersizliğine bıraktı. Yirmi birinci yüzyıl dünyasında sayıları yetmiş milyona varan yersizler yaşıyor.

Yersizlerin yersizlikten bir şikayetleri var mı? Buna hiç ihtimal vermiyorum. (…)”