Uncategorized Posts

Meryem Sûresi’nin anlam olarak ilk on iki âyeti

 

1-Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd (Bunlar anlamlarını yalnız Allah’ın bildiği, müteşâbih/mecazî manâya elverişli harflerden oluşan âyetlerdir.) 2- Rabbinin Zekeriyyâ kuluna olan rahmetini bir anmadır. 3- Hani Rabbine gizlice seslenmişti. 4- Demişti ki: “Ey Rabbim, cidden benim kemiğim gevşedi, başımı (ihtiyarlıktan) bembeyaz alev aldı. Sana dua etmekle ey Rabbim, hiçbir zaman bedbaht olmadım. 5- Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek yakınlardan endişedeyim. Hatunum da kısırdır. Onun için bana tarafından bir velî ihsan eyle! 6- Ki bana ve Yakûb hanedanına mirasçı olsun. Ey Rabbim, sen onu rızana mazhar kıl!” 7- (Allah Teâlâ buyurdu ki): “Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana bir oğul müjdeliyoruz ki, adı Yahyâ’dır. Bundan önce ona hiçbir adaş yapmadık.” 8- (Zekeriyyâ), “Yâ Rabbi! Benim nasıl oğlum olur ki, hatunum kısır bulunuyor. Kendim de ihtiyarlığın son haddine vardım.” dedi. 9- (Melek) dedi: “Öyle! (Lakin) Rabbin buyurdu ki: O bana kolaydır, bundan önce seni yarattım… Halbuki hiçbir şey değildin.” 10– (Zekeriyyâ), “Yâ Rabbi! (Hatunumun gebeliğine) bana bir alâmet ver!” dedi. Allah Teâlâ hazretleri, “Senin alâmetin, sapasağlam olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşamamandır.” buyurdu. 11- Derken mihrabdan kavminin karşısına çıktı da onlara, “Sabah ve akşam namaz kılın!” diye işaret verdi. 12- (Yahyâ doğduktan iki sene sonra), “Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut!” (Yani Tevrat’la amel et! buyurduk). Ve daha çocukken ona peygamberlik verdik.

Çok kısa bir yazı

 

Siyasî ortamda çok ama çok bağırarak konuşan siyasetçilere naçizane tavsiyem böylesi konuşmaların hiç geçerli ve etkileyici olmadığı, aksine kötü izlenime sebep oluşu ve takdir yerine infiale ve izlenimini küfür şeklinde dışa vurmağa yol açtığını bir vatandaş olarak belirtirim.

“Dünya Görüşü Ve Varlık Tasavvuru”

 

İBRAHİM KALIN‘ın “BARBAR-MODERN- MEDENÎ / Medeniyet Üzerine Notlar” Kitabının (İNSAN YAYINLARI) bu yazının alıntı olarak başlığını teşkil eden bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bütün tanımlar, tabiatları gereği, birer sınırlamadır. Bir şeyi tanımlamak demek, onun sahip olduğu temel unsurları teyit etmek, ona ait olmayan unsurları ise kapsam dışında bırakmak demektir. Bu yüzden tanım, İslâm dillerinde “had”, Batı dillerinde “definition” kelimeleri ile karşılanmıştır. Sınırlama olmadan varlıkları tanımlamak ve kavramları tarif etmek mümkün değildir. Klasik mantığa göre en iyi tanım, “efradını câmi, ağyarını mani” olan tanımdır. İyi bir tanımın, o kümeye ait bütün unsurları içine alması ve ait olmayan öğeleri de dışarda bırakması gerekir. İnsan aklının idrak edebildiği mahiyetler, tabiatları gereği soyut ve umumidirler; çünkü akıl, varlıkları ancak genel-geçer kategoriler ve kavramlar vasıtasıyla kavrayabilir. Klasik felsefenin diliyle söyleyecek olursak biz eşyanın (şeylerin) ancak “suret”lerini bilebiliriz. Saf kuvve (potansiyel) halini ifade eden “madde”, insanın idrakine kapalıdır. Beş duyu aracılığıyla hissettiğimiz nesnelerin fizik özellikleri, bize varlıklar hakkında önemli bilgiler verirler ama bunlar eşyanın mahiyeti, özü yahut kendisi değildir. Herhangi bir varlığı bir nesne, bir şey, bir cisim olarak idrak etmek için kavramsal düzeyde zihnimizde inşa etmek zorundayız. Aksi halde beş duyu aracılığıyla algıladığımız şeylerin, mahsûs (hissedilir) varlıklar olduğunu dahi ispat etmemiz ve temellendirmemiz mümkün olmaz. Bu yüzden madde “mahsûs”, suret makûldür (akıl yoluyla idrak edilendir). Bu manâda her tanımlama, tıpkı mahiyet gibi, soyuttur. Soyutlama (tecrîd) ise, eşyanın hakîkatinden kavramına yani kavramsal tasvirine doğru atılmış bir adımdır. Bu yönü itibariyle her tanımlama ameliyesi aslında bizi eşyanın hakikatinden bir adım uzaklaştırır. Zira varlık, soyut ve genel-geçer değil, somut ve husûsîdir (dipnot: Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, çev. Ö. Türker ve Ö.M.Alper, (İstanbul: Klasik Yayınları, 2008), özellikle üçüncü bölüm.) (…) Dünya görüşü, varlığa ve onun anlamına ilişkin en temel ve genel soruları sorarken; varlık tasavvuru, varlık (el-vücûd) karşısında geliştirilen duruş ve tutumların toplamını ifade eder. Dünya görüşü ve varlık tasavvuru, bir tarafta büyük bir soyutlama ameliyesi iken diğer tarafta insanların nasıl davranması gerektiği konusunda temel ilkeleri ortaya koyar. Bu manâda bir medeniyetin dünya görüşü ve varlık tasavvuru nazarî (kuramsal) ve amelî (pratik) ilkeleri bünyesinde barındırır. Bir dünya görüşü ilahî vahye, mitolojik dille anlatılan bir ortaya çıkış hikâyesine, metafizik bir öğretiye yahut evrene ilişkin bir dizi seküler-profan (din-dışı) kabule dayanabilir. Bazen bir medeniyet, bu unsurların birkaçını aynı anda bünyesinde barındırabilir. Dahası bir medeniyetin arka planını oluşturan dünya görüşü, her zaman sistematik bir biçimde ve açık- seçik ifade edilmeyebilir. Haddizatında her dünya görüşünün bir “açık ufku”, sistematik olarak ifade edilmesi mümkün olmayan ancak sezilen ve “muhayyile”ye dayanan bir boyutu vardır. (dipnot: Modern dönemde hayal kurmak, gerçek dışı şeyleri zihinde kurgulamak manâsına gelen”muhayyile”, hem Kadim Yunan hem de İslâm düşüncesinin temel epistemik kavramlarından biridir. Pür aklî cevherler ile saf madde arasındaki varlık düzenine tekabül eden âlemu’l-hayal, muhayyilenin ontolojik temelini oluşturur ve varlıkları aynı anda hem soyut hem de somut olarak idrak etme melekesini ifade eder. Farabî, İbn Sina, İbn Arabî ve Molla Sadrâ gibi düşünürlerin eserlerinde merkezî bir yere sahip olan hayal, tahayyül ve muhayyile kavramlarını şu çalışmamızda ele almıştık: İbrahim Kalın, Knowledge in later İslamic Philosophy: Molla Sadrâ on Existence, İntelect and Intuition (New York: Oxford University Press, 2010). (…) İbn Arabî metafiziğine bu açıdan bakan bir çalışma için bkz. Henry Corbin, Alone with the Alone: Creative İmagination in the Sufism of İbn Arabî (Princeton: Princeton University Press, 1997). (…) Heidegger’in arka plan ya da “ön-anlayış (pre-understanding) olarak ifade ettiği zımnî ve açık “dünya görüşü” ve “dünya tutumu”, bütün insan davranışlarına yön verir. (…) Medeniyet diye tarif ettiğimiz inanç, fikir ve eylemler dünya görüşü ile pratik hayatın buluşma noktalarında ortaya çıkar ve bir toplumun medeniyet bilicini inşa ederler. (…)”

“Harf, Nokta Ve Keşideye Dair Hususi Birkaç Söz”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın alıntıladığım bu başlık altında çıkan yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Daha ondört yaşlarının başında bir çocuk olarak İstanbul’un bereketli ve cazip iklimine adım attıktan kısa bir süre sonra hat ve musiki ile ilgilenmek gerektiği hususunda belli belirsiz bir hissiyatın içimde canlandığını hatırlıyorum. Halbuki o yıllarda İmam Hatip Okullarında hakim olan ana temayül sanat ve edebiyat olmadan da ilmî ve fikrî bir çabanın rahatlıkla yürütülebileceği ve memleketin kurtarılabileceği istikametinde oluyordu. Sanat ve edebiyat olsa olsa hoş/boş vakit geçirmenin, sohbetin, hamasetin, hatta mübalağanın bir aracı, bir vasatı, vasıtası olabilirdi.

Bu yüzden olacak, çok doğru ve yerinde düşüncelerle bu okulların programına dahil edilen Sanat Tarihi ve Müzik dersleri (buna Resim’i de eklemek lâzım) mesuliyetsiz, (b)ilgisiz ve bomboş geçen saatlerdi.

Maalesef böyleydi… (Korkarım bugün de böyledir).

İçimde kabaran hat ve musiki hissiyatının menşei için insiyakî diyemiyeceğim çünkü resim dahil hiçbirinde kabiliyet sahibi olduğumu zannetmiyorum.

“Cumhuriyet’in Temel ‘Dinî’ Kurumunu Bir Asır sonra Yeniden Değerlendirmek (İmkânlar ve Problemler)”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın bu yazının da başlığını alıntı olarak teşkil eden başlık altındaki yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” (Hıristiyanlıkta olmasına rağmen) İslâmlıkta din ile dünyanın ayrılması yoktur. Daha doğrusu İslâmlık dünyayı esas tutar, akla dayanır; halk idaresini, dinî hükümlerin zamanla değişeceğini kabul eder; hiçbir dogmaya meydan vermemek, her şeyi akıl hududu içinde mütalaa etmek ister. (…)

Bizce laiklik tabirinden anlayacağımız mâna, din ile dünyayı ayırmak değil, dinin ayrı bir sınıf elinde olarak dogmalaşmış esaslara bürünerek dünya işlerini tahakkümü altında bulundurmasının önüne geçmektir. Laiklik inkılap namına ne yapıyorsak, hepsini İslâm olduğumuz halde yapabiliriz. Fakat eğer, din ile dünyayı ayıracağız dersek İslâmlıktan uzaklaşmış, dinsizlik yapmış oluruz. Hıristiyanlık dünya işlerinden uzak olarak yaşayabilir, İslâmlık ise yaşayamaz. (…)

(…) Bizde dini, cemiyetin (ve devletin) dışına atmak değil, bilakis inkılabın emrine vererek yaşatmak lâzımdır. Camileri yıkıp, terk edip onların yerine halkevleri yapmak suretiyle hedefimize varamayız. Her zaman camide toplanan halka oradan sesimizi duyurmak, oraları modern modern halkevleri haline koymak, din sınıfını (din adamlarını, ulema ve meşayihi) ortadan kaldırmak, herkesi din ve dünya namına konuşturmak (dinî ferdîleştirmek, otorite fikrini zayıflatarak dini herkesin konuşabileceği bir alan haline getirmek) mümkündür. İslâmlık bu bakımdan en modern, en ileri bir dindir.”

Diyanet İşleri Başkanlığı bütün problemlerine rağmen Cumhuriyet ideolojisinin ve idaresinin (isterseniz Cumhuriyet devri din-laiklik ilişkileri alanına dair tecrübemizin diyelim) en başta gelen kurumlarından biri olarak müsbet ve menfi taraflarıyla ciddî bir değerlendirmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Bu değerlendirmenin aynı zamanda gelecekte yola nasıl devam edeceği (miz) yahut etmesi gerektiği arayışlarına da şu veya bu düzeyde ışık salacağı şüphe götürmez. Onun için kurumsal yapının ne olduğu- ne olmadığı ile başlamak uygun olabilir. Kurumsal bir yapıdan, işlerliği olan bir manzumeden bahsedebilmek birbiriyle irtibatlı asgari üç unsurdan söz açmakla mümkün olabilir. Bunlar sırasıyla;1. Kurucu fikir yahut kuruluş felsefesi, 2. Tüm kademeleriyle kurumlaşma, 3. Kurumun üslubu, kendini ifade ediş biçimleri; bunlara işaret edecek unsurların, sembollerin ete kemiğe bürünmesi, belirginleşmesi,yer(li)leşmesi.

İlk sırada olan ve alttaki süreçleri etkileyen, belirleyen kurucu fikir ve felsefe, kurumla bir ülke, bir millet, bir bilgi-kültür-anlayış-inanç dünyası ve bir insan unsuru arasındaki ilişkileri, merkez ve çevre halkalarını gözeterek tesis eden fikir, ayrıca değişen şartları ve yeni ihtiyaçları sürekli göz önünde bulundurarak kendini yenileme kapasitesine sahip düşünce manâsına geliyor.