Uncategorized Posts

İbn Arabî Düşüncesine Giriş

 

Mahmud Erol Kılıç’ ın ŞEYH-İ EKBER İBN ARABÎ DÜŞÜNCESİNE GİRİŞ (1.Baskı: SUFİ Kasım 2009, Yayına Hazırlayan: Nedim Tan Editör: Zeynep Öztek ).

“(…) Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde “Tasavvuf Bilim Dalı”nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…) Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabî üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümit edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun. (…). Özellikle dikey, enfüsî terminolojiyle yapılan bir ilim olan tasavvufun sırf kelâm anlatımı için, meselenin daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla yatay, âfâkî terimler kullanmak zorunda kalındığı durumlarda bu daha da aşikâr bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ “Benim bu söylediklerim mantıkî bir sisteme tâbi değildir” diyen İbn Arabî’nin sisteminden bahsetmek, “Evliyâ ve enbiyânın yolu fikir ve nazarla. değildir” diyen İbn Arabî için onun fikirleri demek, “Feylesoflar aslında kendilerinde olmayan bir takım görüşleri başkalarından toplayarak değişik lâflar altında naklederler” diyen İbn Arabî için İslâm’ın kendi öz feylesofu tâbirini kullanmak, bazen ilm-i hakâyık (hakikatler ilmî) için metafizik kelimesini, varlık mertebeleri için ontoloji, keşf ve tecellî ile elde edilen maârif için epistemoloji, seyr-i sülûk için psikoloji tâbirlerini kullanmak hep meseleyi modern zihni oluşturan kavramlar aracılığıyla anlatabilmek ihtiyacından doğmaktadır. Özellikle, mesleğin yabancısı olmayan irfan sahibi okuyucunun bunları, mevcut anlayışın içini dolurduğu fikrî ve ideolojik manâlarından soyutlayarak adetâ sırf birer terim olarak görmesi halinde bu mahzuru hafifletebileceğini ümid ederim. Zâten böylesi iki dilli konuşma tarzı tasavvuf ehlinin pek de yabancısı olduğu bir uygulama olmasa gerektir. Hem şunu da unutmamak gerekir ki Hz. Şeyh de görüşlerini, çok büyük oranda içinde bulunduğu zaman diliminin ilmî muhitlerinde kabul edilmiş ve şöhret bulmuş kavramları kullanarak ifadelendir- mişti. En başta Vücûd terimi olmak üzere onun kullandığı birçok mefhum ilk defa kendisi tarafından icad olunuyor değildi. Ne var ki o, birçoğunun beşeriyet elinde oynana oynana kaymış semantik manâlarını bulup çıkardı ve bunlara yeni manâlar yükledi, yeni ruhlar üfledi. Zira ona göre sûretler, kalıplar ihtilaf eder ama manâ birdi.

Çalışmamızda başvurduğumuz eserlerin eğer ulaşabilmiş isek aslını kullanmayı tercih ettik; ancak aslına ulaşamadığımız durumlarda tercümelerden istifade yoluna gittik. Tabiatıyla en çok başvurduğumuz eser olan el-Fütûhat‘ın ise iki farklı nüshasını kullandık. Ardından (Thk.) rumuzunu koyduğumuz nüsha Dr. Osman Yahya tarafından hazırlanarak bugüne kadar 14 cildi çıkmış olan tahkikli Kahire neşridir. Bu rumuzun yer almadığı nüsha ise dört ciltlik Beyrut baskısıdır.

Mevzumuza geçmeden önce Hz. Şeyh’in yüksek rûhâniyetinden istimdat dilediğimizi ve kusurlarımızın da hoşgörüleceğini ümid ettiğimizi husûsan belirtmek isteriz. Yüce Allah onun sırrını takdîs, yolunu dâim ve himmetini de hâzır etsin.

Ayrıca bu çalışmamın başından itibaren göstermiş olduğu büyük sabır ve hoşgörüsüyle sahip olduğu engin bilgi- sinden istifade etmeme müsaade eden kıymetli hocam muhterem Prof.Dr. Mustafa Tahralı beyefendiye nihayetsiz minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç telakki ederim. Çalışmam esnasında her zaman kendisinden büyük şefkat ve yakınlık gördüğüm fakat çok merak ettiği tezimin iki kapak arasına girmiş halini göremeden, misâl âleminde istirahat ettiği bir esnada ebedî istirahatgâh olan hakîkî aşk âlemine urûc eden, mazhar-ı serâpa-rahmet Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın beyefendiye Cenab-ı Allah’tan sonsuz rahmet niyaz ederim. Tasavvuf Bilim Dalındaki bu çalışmama yardımcı olan pek kıymetli hocalarım Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ve Prof. Dr.İrfan Gündüz beyefendilere de en samimî şükranlarımı arz ederim. Yine muhterem hocam Prof. Dr. Bekir Karlığa beyefendiye de şükran borcumu edâ etmek isterim. Pek kıymetli arkadaşım Ali Pulcu beyefendinin de en samimî teşekkürlerimi kabul etmesini kendisinden dilerim.

                          Mahmud Erol KILIÇ                Kasım 1995

İstanbul

Müellif

Hamid Algar hakkında bilgi ve O’nun NAKŞİBENDÎLİKadlı kitabından alıntılar

 

Bu kitabı Türkçe’ye Çevirenler : Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek.

Kendisiyle bizzat İstanbul’da tanıştığım ve daha sonra Erzurum’da da karşılaşıp görüştüğüm (her iki ilde de evimize davet ettiğim ve kendisi de kabul edip buyurduğu bir arkadaş Hamid Algar. Bu kitabının baş tarafındaki kendisi ve çalışmaları hakkındaki metni aynen aktarıyorum.

HAMİD ALGAR

1940 senesinde İngiltere’nin güneybatısında doğdu. Lise tahsilini Londra’da tamamladıktan sonra 1961’de Cambridge Üniversitesi’nin Arap-Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun oldu. Bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini izledikten sonra, Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçti.Nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başladı. Ondokuzuncu asır İran’ında ulemanın siyasî rolleri konusundaki tezini 1965 senesinde tamamlayıp Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’ne katıldı. Burada irfan, tefsir, Şîîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap-Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders verdi. İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katıldı, hem araştırmalarını sürdürdü. Yayınları birçok dilde oldu. 2010’da emekli olup başta Nakşîlik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmağa devam ediyor.

Kitabın ÖNSÖZ’ünden:

“Yaklaşık otuz beş yıl önce, gençliğin verdiği enerji ve saflıkla, tarîkatların belki en önemlisi olan Nakşibendîliğin ortaya çıkışı, İslâm dünyasında yayılmış olduğu bölgelerdeki tarihi, günümüzdeki konumu, âyin ve âdâbı; ilim, siyaset, edebiyat ve şiir alanları üzerindeki etkilerini içine alan uzun vadeli bir araştırma projesi tasarladım. Öğretim üyesi olarak bulunduğum Kaliforniya Üniversitesi’nden bir yıllık izin alıp projemi gerçekleştirmeğe başlamak niyetiyle arabayla Londra’dan yola çıktım. Uzun yolculuğumun ilk durağı Saraybosna, son durağıysa Delhi oldu. Bu, son derece verimli ve öğretici bir yolculuk idi. Bosna, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da tarîkatın mensupları ve meşâyihiyle tanışmak; faaliyette bulunan tekke ve hankâhları ziyaret edip zikir toplantılarına katılmak; tarîkata ait muhtelif dillerde yazılan kitap ve yazmaları toplamak; kütüphanelerdeki yazmaları ya istinsah etmek (nüshasını çıkarmak) veya fotokopilerini almak – bütün bunlar bana nasip oldu. İznimi takip eden yıllarda da fırsat buldukça tekrar tekrar yollara düşüp araştırmalarımı sürdürdüm; mesela Malezya’da Güneydoğu Asya Nakşibendîliğinin özelliklerini öğrenmek imkânına kavuştum.

Fakat 1984 yılında ben yine bir izinden yararlanmak üzere Londra’dayken Amerika’daki evimin ve topladığım Nakşibendîliğe ait malzemelerin hemen hemen hepsinin bir yangında kül olduğunu öğrendim. (…) Maamafih projemden tamamen vazgeçmedim. İmkân nispetinde araştırmalarıma devam edip tarîkatın önemli şahsiyetleri ve değişik bölge ve devirlerdeki tarihini anlatan yazılar yazabildim; Cenâb-ı Hak kısmet ederse, elimde bulunan malzeme ile on-onbeş makale ve belki bir-iki kitap da yazmayı planlıyorum.

İşte şimdiye kadar telif ettiğim dağınık makalelerin Türkçesi bu kitapta toplanmış oluyor. (…) Kitapta bulunan eksikliklerin sorumluluğu tamamen bana aittir; muhterem okuyucuların affını dilerim. Gayret bizden; tevfik Allah’tan. (ÖNSÖZ’den) Hamid Algar ‘ld Mîlâdü’n-Nebî, 1427 /15 Nisan 2006

“Kitabımın yeni, genişletilmiş baskısını saygıdeğer Türk okurlarına sunarken açıklamak istediğim birkaç husus var.

Birincisi, şunu itiraf etmek lâzım ki, Türkiye Cumhuriyeti’nde Nakşîlik tarihi ve Bosna-Hersek Nakşîliği üzerinde seneler önce kaleme aldığım makaleler, her iki ülkede son yıllarda vuku bulan gelişmeler hakkında pek bilgi vermemektedir. Ehlülbeyt edrâ bi mâ fî’l- beyt (ev halkı evde olup bitenleri daha iyi bilir) meşhur atasözü göz önünde bulundurulursa, kitabın konusuna ilgi gösterenler büyük bir ihtimalle Türkiye Nakşîliğinin en son gelişmelerine vâkıflardır. (…)

İkincisi, çeşitli sebeplerden dolayı -en başta Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve sonuç olarak Orta Asya’nın zengin yazma koleksiyonlarına ulaşabilmek- son yıllarda Nakşîlik araştırmalarının büyük hız kazandığı âşikârdır. Muhtelif dillerde yapılan bazı yepyeni neşriyattan yararlanmak mümkün olmadı.

Üçüncüsü, kitabın yeni baskısına eklenen üç makalenin gösterdiği gibi, bu fakir, Nakşîlik tarihi sahasında faal olmaya devam ediyor. Emeklilik bereketinden, artık şu gençlik yıllarında tasarladığım projeye bütün vaktimi harcayacak durumdayım. (…) Son olarak, kitabımın yeni ve düzeltilmiş baskısını hazırlamakta gayretleri geçen bütün dostlara en samimî teşekkürlerimi sunarım.

Hamid Algar 27 Cemâziyessânî, 1432/ 30 Mayıs, 2011 (Üçüncü Baskıya ÖNSÖZ’den)

Kitabın birkaç yerinden alıntılar: ” (…) Hulefâ-i Râşidîn dörtlü yapısının açık bir taklidi olarak Hemedânî dört halef tayin etmiştir. Bunlardan ikisi önem arzeder; Yesevîyye’ye ismini veren Ahmed Yesevî (v.562/1167) ve Nakşibendiyye silsilesindeki ikinci halka olan Hâce Abdulhâlık Gucduvânî. Nakşibendiyye silsilesi yoğun bir şekilde halkı Farsça konuşan ve İslâm kültürünü tamâmen benimsemiş bölgelerde büyürken; Yesevî halkasının ya sathî ya da hiçbir şekilde İslâmîleşmemiş Orta Asya’daki Türk halklarına yönelerek Nakşibendiyye’den kendisini ayırdığı söylenmektedir. (dipnot: Bu tez ilk defa Fuad Köprülü tarafından Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (yeni baskı, Ankara, 1966) isimli klasik eserinde sunulmuştur.) Bir noktaya kadar bu ayrım fena değildir ve Yesevî tarîkatının ilk dönem şeyhlerinin “Türk şeyhler” olarak ifade edildiğini görmekteyiz. (dipnot: Abdurrahman Câmî,Nefehât el-Üns, ed. Mehdi Tevhidipur (Tahran,1336 Sh./1957), s.377.) Ancak Yesevî edebiyatının hatırı sayılır bir çoğunluğu, onuncu/on yedinci asra kadar Farsça kaleme alınmıştır; bundan hareketle Farsça konuşan şehir sâkinleri arasında bir Yesevî varlığı çıkarımında bulunabiliriz. (dipnot: Bkz. meselâ, Reşid Efendi 372, ff. la–316b isimli elyazmasında Akhund Molla Muhammed Şerif Yesevî’nin eserleri.) Bunun zıddı olarak Nakşibendiyye tüm büyük Türk halkları, biraz daha hızlı olarak da Özbekler, Tatarlar ve çok geçmeden de Türkmenler, Kazaklar ve Kırgızlar arasında nüfûzunu genişletmiştir. İki tarîkat arasındaki temel ayrım noktası etnik tesir olmayıp zikir metodunda yatmaktadır. Yesevî ve halefleri çıkardıkları törpüvarî sese bakılarak testere zikri (zikr-i erre) adı verilen cehrî bir zikir uygularken, Gucduvânî hafî zikri tercih etmiş ve bunu nihâî olarak Bahâeddîn Nakşbend’e nakletmiştir. Bazılarına göre testere zikrinde, Türkler arasında hâlen yaşar durumdaki Şamanist kalıntıların bazı izleri görülebilir; ancak aynı tekniğin Orta Asya göçebeliğinin etkisinin bulunmadığı Hindistan ve Fas’ta da görülmesi düşünülünce, bu hipotez handiyse öne sürülemez. (dipnot: Hindistan’daki durum için bkz., Muhammed Ghauth Shattari (v. 970/1562), el-cevâhir el- Hams, yazarın derlemesindeki elyazması, f. 123b, ve Fas’la ilgili olarak, Emile Dermenghem, Le culte dessaints dans I’Islam maghrebin (Paris, 1954), s.325.) İki tarîkatteki cehrî ve hâfî zikir Orta Asya’da cehriyye (açık tarz) ve diğeri de hafiyye (gizli yada sessiz tarz) olarak ifade edilir. Bu açık ayrıma ve bazen olagelen husûmete rağmen (dipnot: Bkz. mesela, Akhund Molla Muhammed Şerif Yesevî’nin cehrî zikre karşı çıkan Nakşibendîlere yönelik tartışmaları: Huccet ez-Zâkirîn, elyazması. Reşid Efendi 372, ff.la-203b.) Yesevîyye ve Nakşibendiyye, her zaman ortak ataları Yûsuf Hemedânî’nin bilincinde kalmışlardır ve ikili Yesevî-Nakşibendî ilişkisinin birleşik olduğu durumlar hiçbir sûrette bilindik değildir. Hemedânî ondan öncede Hâce olarak isimlendirilse de, Abdulhâlık Gucduvânî’nin, Nakşiendiyye geleneğinde Sersilsile-i Hâcegân “hocaların ilk halkası” olarak adlandırılışı, hafî zikri benimsemesi sebebiyledir. Gucduvânî, Buhâra’da eğitim alırken, Kur’ân’daki “Rabbinize yalvara yakara, gizlice dua edin” (7:55) âyetiyle karşılaşmış ve tefsirini hocasından dilemiştir; ama nafile. Çok geçmeden inisiyatik prensibinin ölümsüz ve her yerde hazır karakteri olan Hızır’a rastlamış; O da Gucduvânî’ye hafî zikir usûlünü öğretmiştir. Suya dalmışken Allah’ın adını üç kez tekrar etmesini söylemiştir ki bu durum hem pratik hem de sembolik önemi haizdir. (dipnot: Fahreddin Ali Safî, Reşâhat Ayn el-Hayât (Taşkent, 1329/1911), s. 18-20.) Gucduvânî, Nakşibendî silsilesine sadece hafî zikri değil, ayrıca sonradan Bahâeddîn Nakşbend’in üç ilke daha eklediği “kutsal kelimeler” (kelimât-ı kudsiyye) olarak bilinen ve Nakşibendiyye’nin tüm kollarında sürekli bir rağbet gören sekiz ilke miras bırakmıştır. (dipnot: Kelimât-ı Kudsiyye Nakşibendî tarîkatının neredeyse her elkitabında sıralanıp açıklanmıştır. Meselâ Bkz. Hâce Muhammed Parsa, Tuhfet es-Sâlikîn (Delhi,1390/1970), s.119-121.) Kudsî kelimeler tarîkata özgü br doktrin teşebbüsü olarak ele alınmamalı, daha ziyade karakteri ve manevî metodun genel bir tesbiti olarak görülmelidir. Bunun yakın bir benzeri Gucduvânî’nin çağdaşı olup, Harezm menşeli ve daha sonra Buhâra bölgesinde yayılan Necmeddîn-i Kübrâ’nın “on prensip”inde (usûl-i aşere) görülebilir.(dipnot: Metin Marijan Mole,”Traites mineurs de Nağm al-Din Kubra ” Annates lslamolologiques (Cairo), IV (1963), .15-22’de bulunmaktadır. Aslında bu “kuralların” Orta Asya’daki tarîkatlara özgü olması muhtemeldir.

Gucduvânî 617/1202’de vefat etmiş olup türbesinin bulunduğu memleketi Gucduvan, Buhâra bölgesinin Bahâeddîn Nakşbend’in türbesinin dahi tam olarak gölgede bırakamadığı büyük bir ziyaret merkezi haline gelmiştir. (…) Ayrıca günümüzde türbenin ara sıra vuku bulduğu üzere Sovyet yetkililerinin güçlük çıkarmalarına rağmen bir ziyarethane olarak ayakta kalabildiği söylenmektedir.

Silsiledeki beş halka Abdulhâlık Gucduvânî’yi, silsilenin Bahâeddîn Nakşbend’in yardımlarıyla nihâî belirginleştirmesinden ayırır: Hâce Ârif Rîvgerî, Hâce Mahmûd İncir Fagnavî, Hâce Ali Râmitenî, Hâce Baba Muhammed Semmâsî ve Seyyid Emîr Külâl. Bahâeddîn Nakşbend bu zincirin son iki halkasıyla bağlantılıdır. Semmâsî, Buhâra yakınındaki Kasr-ı Ârifân’dan geçerken, her zaman bu topraktan yükselen manevîyât esansının kokusunu alabildiğini ifade eder. Bahâeddîn burada 718/1318’de doğduğunda, bu kokunun ma’nâsını anladığını beyân edip çocuğu manevî evlâdı olarak kabul eder. (dipnot: Salâheddîn Muhammed Buhârî, Enîs et- Tâlibîn, elyazması. Bodleian, Farsça e 37, ff. 48a-48b.)

Semmâsî daha sonra Bahâeddîn’in manevî eğitimi vazifesini, halifesi Emîr Külâl’e devretmiştir. Külâl’ın, büyük Timur’un mürşidi olduğu söylenegelmiştir; eğer bu doğruysa, Nakşibendiyye tarîkatı ve Timur Hânedânı arasında var olan yakın ilişkinin ilk örneklerinden birisi olarak ele alınmalıdır. (…)

Emîr Külâl’le Bahâeddîn arasındaki ilişkinin kesin tabiatı da müphemdir. Nakşibendî kaynakları tabiî olarak Bahâeddîn’i rakibi olmaksızın Emîr Külâl’in esas halefi olarak sunarlar; ancak Emîr Külâl’in büyük torunu Mevlânâ Şihâbeddîn’in kaleme aldığı hayat hikâyesi Bahâeddîn’e sadece kısa atıflarda bulunur; onu esas halefleri içinde bile saymaz. (dipnot: Mevlânâ Şihâbeddîn, Menâkıb-ı Emîr Külâl, elyazması. Zeytinoğlu (Tavşanlı), 169, f.125b.)



Özgür Özel iyi konuşabiliyor mu?

 

Halk arasında kimi konuşanlar için konuşması gıcık denilir ya, buna örnek göstermem istense ister istemez aklıma Özgür Özel geliyor. CHP’nin önceki genel başkanlarından hiçbiri bu derecede gıcık konuşma yapmazlardı. Konuşurken âdeta her tarafı hareket hâlinde, bu da dikkat çekiyor olsa gerek belirgin biçimde.

Elbette gözlemimi iletiyorum bunu ifade ederken. Belki bir uyarı olarak algılanır. Dilerim bir vatandaş olarak izlenimimi yansıtmam, bir siyasal partinin, hem de ana muhalefet partisinin başkanı için buna dikkat çekmem tuhaf karşılanmaz; dahası nâçizâne bir uyarı veya hatırlatmadır yaptığım. Olmamalı mı böylesi uyarılar? Olmalı bence. Bunda bir kötülük değil, iyilik var.

Sâkin konuşursa belki bu hareketliliği belirgin olarak dikkat çekmez. En iyisi bir denesin, kontrol etsin kendini konuşurken.

Merhûm Orhan Okay’ın “Silik Fotoğraflar Portreler” kitabının “Âlimin Ölümü” başlıklı” bölümünden alıntılar

 

“Hamidullah Hoca’yı ben ilk defa öğrencilik yıllarımda (1952 veya 1953 olmalı) Edebiyat Fakültesi’nde (İstanbul’da) verdiği bazı konferanslarında tanıdım. Hocayı (benim katıldığım) ilk konferansında Zeki Velidi Togan takdim etmiş, konuşmayı da Türk dinleyicilerine Fuat Sezgin tercüme etmişti. Üniversitelerin İslâmî konulara ürkek baktığı fakat bir yandan da Edebiyat Fakültesi’nde bir “İslâm Tetkikleri Enstitüsü” kurulması çalışmalarının yapıldığı o yıllarda Hamidullah’ın fakülte amfilerinden birinde verdiği konferanslar büyük alâka görüyor, dışarıdan katılan dinleyicilerle beraber amfide yer bulmak güçleşiyordu.

Siyah sakalı, uzunca boyu ve kadîd (pek zayıf) denilebilecek yapısı, sokakta daima başında taşıdığı siyah kıvırcik kalpağıyla Hamidullah Hoca sülüs hattıyla çekilmiş bir elif’i andırırdı. İnce uzun boyu üzerinde duran başı ve biraz ileriye doğru uzanan sakalı ise o Elif’in zülfesi (küçük saçağı) gibiydi. Bize yaşlıca görünen bu adamın insana hiç eğilmeyecekmiş intibaı veren dik ve nahif bünyesinden umulmayacak kadar süratli yürüyüşüne hayretle mi, hayranlıkla mı bakardık? Oysa o sırada henüz elli yaşında da değilmiş. Ama o zamanlar bizim için de zâten kırkın ötesi yaşlılık demekti. Pek de teferruatıyla bilinmeyen biyografisinden ve daha çok aziz dost İsmail Kara’nın Dergâh dergisinin Şubat 2003 sayısında çıkan o uzun ve güzel yazısından öğrendiğime göre Muhammed Hamidullah 1908’de Hindistan’ın Haydarabad şehrinde doğmuş. Demek ki bizim İkinci İkinci Meşrutiyet’imizle yaşıt. Bir başka tevafuk (uygun gelme): Mehmed Akif’in Süleymaniye Kürsüsü’ndeki Türkistanlı vâiz (Abdürreşid İbrahim) Asya’daki büyük maceralı seyahatinin sonuna doğru İstanbul’a dönerken yolu Hindistan’a uğramış, hem de tam Haydarabad’da iken İstanbul’da Meşrutiyetin ilân edildiğini öğrenmiştir:

Haydarabad’a yetiştim ki, bütün Hindistan Verdi Kanun-ı Esa-si’yi nihayet Sultan’ diye birdenbire çalkandı…”

Osmanlı Meşrutiyetiyle beraber dünyaya gelen Hamidullah, Almanya’da İslâm hukuku üzerine doktorasını hazırladığı sıralarda ilk defa 1932’de İstanbul’a gelmiş. Dârülfünûn reformundan ve İlahiyat Fakültesi’nin kapatılacağından bahsedildiği o yıllarda şarkiyatçı (doğu dili ve edebiyatı üzerine ilmî araştırmalar yapan) profesör Ritter’la, daha sonraları ihtida ettiği rivâyet edilen Osman Reşer’le, Şerafeddin Yaltkaya’yla ve Beyazıt Kütüphanesi Müdürü İsmail Saip Sencerle tanışmış. Haydarabad’ın 1948’de Hindistan hükümeti tarafından fiilen işgal edilmesinden sonra bir daha memleketine dönememiş ve Paris’e yerleşmiş. 1951 Eylül’ünde Müsteşrikler Kongresi vesilesiyle ikinci defa İstanbul’a gelmiş, İslâm hukukunun kaynaklarına dair önemli bir tebliğ vermiş. (Yerli yabancı beşyüzden fazla delegenin katıldığı ve 250 kadar tebliğin okunduğu kongre 15-22 Eylül tarihleri arasında İ.Ü. Hukuk ve İktisat fakülteleri salonlarında onbeş seksiyona ayrılarak yapılmış, Muhammed Hamidullah “İslâm Tedkikleri” seksiyonunda 21 Eylül’de tebliğini Fransızca olarak sunmuştur; kongrenin sonunda alınan genel kararlar arasında bir “Beynelmilel İslâm Tedkikleri Birliği” kurulması önerilmiş, bu amaçla kurulan geçici komitenin başkanlığına Zeki Velidi, kâtipliğine de Muhammed Hamidullah seçilmiştir.)

İşte muhtemelen bu gelişi münasebetiyle yakın ilişkiler kurduğu Zeki Velidi Togan ve Fuat Sezgin’in delâletleriyle (İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nün biri müdürü diğeri muaviniydi) 1952 ve 1953 yıllarında sürekli konferanslar vermek üzere Türkiye’ye davet edilir. Bir süre sonra bir sömestr İstanbul Üniversitesi’nde, bir sömestr Paris Sorbon Üniversitesi’nde olmak üzere bir program tespit edilir. Böylece Türkiye’deki çeyrek asırlık ikameti de başlamış olur. Hamidullah hocanın İstanbul’daki daha o ilk yıllarında ilmî ve İslâmî pek çok dergide yazıları çıkmış, bazı konferansları da kitaplaşmıştır.

Bütün bunları kendi çalışma alanımın dışındaki bir âlimin tasviri için gereksiz bulanlar olabilir. Ancak onda İslâm’ın hemen her konuda istediği itidâli, imsâki temsil eden bir insan görduğümü söylemek isterim.


CHP en zayıf olduğu döneminde…

 

Hiç kuşkusuz CHP geçmişte olduğundan çok farklı bir konumda. Bu konum âcizlik ve beceriksizlik yansıtıyor. Genel Başkan eski genel başkanlara göre çok belirgin biçimde konuşmalarıyla, davranışlarıyla olumsuz izlenim veriyor.

Şu anda televizyonda Özgür Özel anlamsız bir tarzda “Yavaş Cumhurbaşkanı olsun” çıkışını yapıyor ve Mansur Yavaş’ın tarafsız olduğunu söylüyor (!)

Özgür Özel her konuşması ânında sâkin olamıyor , hareketliliği bâriz olarak dikkat çekiyor.

Özgür Özel’in tutarsızlığı bâriz. Alel acele yapılan açıklamalar, Ferhat Murat’ın dediği gibi bir otelde kameraların kapatılması ile ilgili sözleri, tarafsız cumhurbaşkanı olarak (!) Ekrem İmamoğlu’nu o makama lâyık görmesi, “kendisi bile vazgeçemez” demesi, Mansur Yavaş’tan da tarafsız Cumhurbaşkanı olur diye söz etmesi, böylece Ferhat Murat’ın dediklerinin kesinlikle doğru olduğu apaçık ortada.

Onun için diyorum ki, Özgür Özel’in CHP’nin eski genel başkanlarıyla karşılaştırılabilmesi bile anlamsız; çünkü öylesi bir karşılaştırma mümkün değil.

CHP’liler memnunlarsa genel başkanları Özgür Özel’den, mesele yok, kendileri bilirler. Ben CHP’li değilim ama şimdi hayatta olmayan CHP’li dayım yaşıyor olsaydı Ecevit’le, Kasım Gülekle hattâ Turhan Feyzioğlu ile Özgür Özel’i karşılaştırmazdı bile!