Dâvûd el-Kayserî’ye Göre Keşf ve Müşâhede

 

Turan Koç‘un “İbn Arabî Geleneği ve Dâvûd el- Kayserî” kitabının (insan yayınları) DÂVÛD EL- KAYSERÎ’YE GÖRE KEŞF VE MÜŞÂHEDE başlıklı yine Turan Koç’un yazısından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Çok iyi bilindiği üzere, Dâvûd el-Kayserî’nin izinde yürüdüğü İbn Arabî bir filozof değil, bir rü’yet ve hayâl adamıdır. O sık sık, aklın Allah, âlem ve ben (nefs) gibi konularda bir bilgi kaynağı olarak yetersiz kaldığını vurgular. Onun öğretileri temelde keşf, doğrudan doğruya tanıklık (şuhûd, müşahede) ve zevk‘e dayanır ve bu öğretileri salt aklın sınırları içinde kalarak doyurucu bir şekilde açıklamak mümkün değildir.”

“İbn Arabî’nin, tüm öğretilerinin belkemiğini oluşturan vücûd (varlık) öğretisi ve bununla çok sıkı bağlantısı bulunan epistemolojisi içinde hayâl son derece önemli ve öncelikli bir yere sahiptir. Hayâlin, İbn Arabî’nin vücûd ya da varlık öğretisi içindeki ontolojik statüsü iyice anlaşılmadan, onun varlık ve bilgi kuramı ile ilgili olarak yapılacak bir değerlendirme kesinlikle eksik kalacaktır. (…) Sûfîler, öğretilerinin birçoğunun formüllendirilmesini keşf ve zevk’e, yani dış duyularla aklın kavrayışının ötesinde bulunan gerçekliklere (hakâik) ilişkin doğrudan ve sezgisel kavrayışa dayandırırlar. (…) Doğrusu, varlık (vücûd) ya da varoluşun gerçek mahiyetinin ne olduğu, anlaşılması en güç, anlamı en kapalı ve neredeyse kavranamaz bir konudur. İbn Arabî ve Dâvûd- el-Kayserî gibi büyük sûfîlerin durduğu yerden bakıldığında, vahiy ve keşfin yardımı olmadan, insan bunun anlamına aslâ hakkıyla vâkıf olamaz. Zîrâ bizim kavrayabileceğimiz vücûd (varlık, varoluş) dışında hiçbir şey yoktur. (…) Kaldı ki sûfîler de Varlık’ın mahiyetinin ne olduğunu aklî araştırmaya dayanarak tasavvur ve tanımlama işinigenellikle kendilerinin değil, filozofların işi olarak görmüşlerdir. (…) Daha açık bir ifadeyle, Meşşâî filozoflardan farklı olarak mutasavvıflar, bilgilerini, akıl tarafından ve duyuların yardımıyla bağımsız bir biçimde te’yid ve tahkik edebilecek bilgiyle sınırlı tutmuyorlardı. Tersine onlar, vahiy ve sünnetin yanında keşf ve müşahedenin de bir bilgi ve kesinlik kaynağı olduğunu kabul ediyorlardı. (…) Bu bakımdan, onların epistemolojisi açısından, bilginin kaynağı ve değeri söz konusu olduğunda, önce vahiy, ardından mükâşefe ve son olarak da akıl, yani rasyonel yetinin geldiğini her zaman göz önünde bulundurmak durumundayız.

Burada üzerinde durulması gereken bir bşka husus da, İbn Arabî ve tâkipçilerine göre, gayb şehâdet âlemi diye iki temel âlemin bulunduğu gerçeğidir. ‘Şehâdet âlemi’ olarak adlandırılan görülür dünya baş gözü (basar) ile algılanırken, ‘gayb âlemi’ olarak adlandırılan görünmez âlem iç göz (basîret) ile idrâk edilir. ‘Mükâşefe’ ya da ‘müşâhede’ olarak adlandırılan manevî/dînî tecrübeler, ağırlıklı olarak gayb âlemine ilişkin gerçekliklerin tecrübe ve temâşâsına dayanır. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked