“Dikine giderek varlık keyfiyeti kazanan bir şey varsa o da Türk varlığıdır.”
İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “Yazdıklarımın Soluklanma Vakti” üst-başlığı altında çıkan “Dikine Gitmek (I)” başlıklı ve 13 Zilhicce 1442 (23 Temmuz 2021) tarihli yazısından ( http://istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=82&KatId=5) yer yer yapacağım alıntılamalardan ibaret olacak bu yazı. Söz konusu yazıdan ilk alıntı da başlığı teşkil ediyor.
” (…) Karşılaştırmağa konu olan metinlerin ilki yüzyıllar boyunca Türk toplumuyla teması kesilmemiş Mevlid; ikincisi de Türk toplumuyla temas kurarsa bütün sahtekârların çanına ot tıkayacak İstiklâl Marşı’dır. (…)
Ne yaptı da Süleyman Çelebi’nin fetret devrinde yazdığı Mevlid Türk milletine dokunabildi? Bu suali altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı ile alâkalandırmak ne kadar isabetli olabilir? Eğer Akif’e Türklükten başka bir sıfat yakıştırarak İstiklal Marşı’nı söze konu edersek bir rahatsızlık hissederiz. (…) Dünya tarihi gözü görme, kulağı işitme olayına rapt etme tutkunlarıyla bu tutkunluğu küçümseyerek alaya alanlar arasında cereyan eden vakıalarla tıka basa doludur. (…)
(Başlığı teşkil eden alıntının devamı olan bir cümle:) “Bu yüzden nasibinde toplum sorumluluğu bulunmayanlar Türk toplumunun klasiklerini bilmez ve giderek onları yok sanır.” (…) Yunus Emre edebiyat sahasıyla yetinmeyip Türk varlığının numunesi sayılacak bir başarının âbidesi mevkiini işgal etti.
Bizim karşılaştırmanın bir yakasına yerleştirdiğimiz Süleyman Çelebi siyasi dolapları tesirsiz bırakacak bir toplum olayını su yüzüne çıkardı.
Mevlid bir muştuydu. Mevlid’i hem dokunulur, hem de dokunucu kılan muştu veren vasfıdır. (…)
(…) Yani biz Türkler Mevlid ile anamızdan bir kez daha doğuyorduk. (…)
Türklerin okur-yazarları bir toprağı vatan kılmanın gereğini yerine getirdi. Temas edilen toplumların baskın kelimeleri Türkçe olarak bilinmeğe başlandı. Türkçe denildiğinde Kur’an âyetlerinden ve Hâdis-i Şeriflerden terekküp etmiş bir itikat dilini anlarız. Âyetler ve Hadisler Türkçenin nereden kalkıp nereye vardığını anlamamızda bize kılavuzluk edecektir. (…) Yani Türkçe hiçbir dönemde yabancı diller boyunduruğuna girmiş değildir. Bilakis Türkçenin tezahürü Türk olmayan; ama her nasılsa toplu yaşayışın mütecanis konumları kabullenmiş kavimlerin dillerinin imecesi neticesidir.
Gerçek karşılaştırma andığımız iki metin arasında değil, her iki metni de ortaya çıkmağa zorlayan şartlar arasında olmalıdır. Türk toplumu hiçbir çağda Müslümanlığından şikâyetçi olmamıştır. Olsaydı Türklerin bir Duraklama Devrinden söz açamazdık. (…)
Tarih bize Osmanlı devletinden başka bir imparatorlukta bu derecede uzun süren bir duraklama devri olduğunu göstermiyordu.
(…) Duraklama Devrini her gün biraz daha uzatan Türklerin dinlerine bağlılığı olmuştur. Bu bir İslâm ırkının muafiyetinin tezahürü idi. (…)
Winston Churchill’in ‘Biz Çanakkale’de Türklerle değil Allah’la savaştık’ dediği doğruysa serhaddini iman dolu göğsüyle çizen Türk askerinden söz açmamız son derecede gerçekçidir.
İlkelerimizle isabet kaydedememişsek yaptığımız işlerin isabetli sonuçlara ulaşması imkânsızdır. İsabetli ilkeyi Che Guevara’nin ‘Gerçekçi ol imkânsızı iste’ tavsiyesinde bulabiliriz. (…) Dediğim ‘ilkeniz isabetli değilse sonuçtan bir isabet bekleyemeyeceğiniz idi.’ (…) XV. Hıristiyan asrından itibaren Avrupa’nın elinde Avrupalı olmayanı yok etmekten daha etkili silâh yoktu.
Eğer Yeniçerilik ortadan kaldırılmamış olsaydı başımıza gelenlerin bildiğimiz istikamet dışında akacağını tahmin etmek için dahi olmağa gerek yok. (…) Oysa başından beri Türkler dikine giderek isabetli ilkeye uğramışlardı. Feodalleşmenin arifesindeki Bizans tarihin çöplüğüne gönderildi. Ortaya kapitalist olmayan, kendine mahsus ölçülerle işleyen, toprakta özel mülkiyeti, sosyal düzendeki asayişi İslâm’a bağlılıkta arayan bir toplum düzeni çıktı. Bu düzenin ortaya çıkmasında evde, camide okunan Mevlid ’in payı birinci derecedendi. Türkler muştulamağı ve muştulanmağı seviyorlardı.
Türklerin başlarına gelen felâketlerle övünmeğe hevesleri yoktu. İstiklâl Marşı’nın Türk milletine çok hareketli siyaset oyununa rağmen bir türlü dokunamayışında milletin başına gelenlerle bir alış-veriş söz konusuydu. (…) Böyle algılanmamızdan memnunuz çünkü bunun bir getirisi olacağı fikrine yabancı durmuyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dünya kamuoyunda (ve hele de halkı Müslüman beldelerde) müspet bir izlenimi var mı? Yoktur ve bu intibaın verilemeyişinden zarar gördüğümüz korkusunu taşıyanlar devletin karar mevkilerini işgalden haz duyuyor. (…)
Tanımlanmasına kimsenin güç yetiremediği laiklik 1923’te ilân edilen Cumhuriyet’in Anayasa’sına 1937 yılında girebildi. (…)
(…) Modernlik tarihi göstermişti ki, çapı dünya siyasetine yön vermeğe yetmeyecek kadar dar kalmış devletler bazı toplum alanlarının yenileştirilmesinde başı çekme cesaretinde bulunabiliyordu. (…)
Türklerin kendilerine mahsus bir demokrasi tecrübesi geçirme ihtimali bile Dünya Sistemi lortlarını korkutmağa yetti. Yani Milâdî 29 Ekim 1923 gününde ilân edilen Cumhuriyet miadını 27 Mayıs 1960’da doldurdu.
Nasıl Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i bir muştulama metni idiyse Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı da bir direniş çağrısıydı.
Millet olarak henüz bu çağrıya kulak vermiş değiliz. Verenleri kınamağı ve mümkünse onları cezalandırmağı kendi üstünde bir vazife gibi gören insanlarla iç içe yaşıyoruz. (…)
(…)
Türkler dikine giderek Batı karşısında edindikleri imtiyazları Batı Medeniyetinin suyundan giderek kaybettiler. (…) Müslümanlığın üstünde bir hedefi varmış numarasını topluma yutturanlar hem mevki, hem makam ve hem de servet sahibi olmanın rahatlığına erdi. “
No Comments