Emin Işık’ın “Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” kitabından (Dergâh Yay. 4. Baskı 2019) alıntılar (2)
“Günler hızlı bir çalışma temposu içinde, dolu dolu geçiyordu. Tez çalışmasına rağmen Strasburg veya Paris’teki hiçbir önemli konferansı kaçırmıyordu.
Nihayet beklenen gün geldi. Nurettin tez savunması için jüri huzuruna çıktı. Profesörler kendisine çetin sorular yönelttiler. Hepsine yerli yerinde ve tatminkâr cevaplar verdi. Ancak Nurettin açısından hayret edilecek bir şey oldu: Jüri üyelerinden biri, Monsenyör Molla’nın dikkat çektiği noktadan, onunla ağız birliği etmişcesine ve aynı gerekçeyle doktora tezinin ismine itiraz etti: ‘Ahlâkî hareketin temelinde isyan ve direniş fikrinin değil, fakat kurallara itaat fikrinin yer aldığı kesindir. Ahlâk, bu kurallara uygun bir davranış şeklidir. Yani ahlâk toplumca benimsenmiş olan kurallara uygun davranmaktır. Tezinizin bu temel üzerine oturmuş olması gerekirdi. Oysa siz itaat ilkesini bir yana bırakmış, kötülüğe karşı direniş fikrinden yola çıkmışsınız.’ dedi. (s.68)
Nurettin içinden, ‘Keşke bu adam bir Müslüman olsaydı da ben kendisine, İslâm inancında ‘nehy-i ani’l-münker‘ ilkesinin öneminden, ‘def-i mazarratın, celb-i menfaat’ kadar, hattâ daha fazla öncelik taşıdığından söz etseydim’ dedi. Ama onlar bunu anlayacak durumda değillerdi. Nurettin, ‘Efendim, benim tezimin konusu, sadece ahlâk kuralları ve o kurallara nasıl uyulacağı meselesi değildir: Bu kurallara uymayanların, uymaya nasıl mecbur edileceği meselesidir. Çünkü toplumda ahlâk kurallarına uyanlar olduğu gibi uymayanlar da vardır. Dahası bu kuralları lüzumsuz görenler ve hiçe sayanlar da vardır. Uyanlar uymayanlara karşı nasıl bir tutum izleyecekler? Onların görevi sadece kurallara uymaktan ibaret mi kalacak? Peki kurallara uymayanları kim (ler) uymaya zorlayacak? İyilik yapmak gibi, kötülüğe engel olmak da ahlâkın meselesi değil mi? ‘ diye cevap verdi. (s.68-69)
Profesör sadece ‘isyan‘ kavramı ile ‘ahlâk ‘ kavramının birbirine zıt şeyler olduğu yolunda bir uyarıda bulunmak istemişti. Lâkin Nurettin’in verdiği cevap oldukça tatminkâr idi. Gerçekten de ahlâk-dışı kötülüklere karşı mücadele etmek de ahlâkın bir meselesiydi.
Tez hem konu seçimindeki orijinallik hem içeriğindeki zenginlik bakımından yeterli bulundu. Jüri tarafından ittifakla kabul edildi. Yılın en başarılı tezi seçildi. (s.69)
‘ Conformisme et Revolte’ (Uyum ve İsyan) Nurettin Ahmet adıyla Paris Les Presses Modernes-1934. Büyük boy 167 sayfa olan bu eserin 1990 yılında Kültür Bakanlığı’nın küçük boy olarak Fransızca tıpkıbasımı yapıldı.
Bir Hallac-ı Mansûr hayranı ve yorumcusu olan Massignon bu tez hakkında çok sitayişkâr ifadeler kullandı. Yazdığı makalede Nurettin’i son Hallac yorumcusu olarak tanıtıyordu. (s.71)
Baskıdan çıkan doktora tezinden sonra Nurettin memlekete dönüş hazırlıkları yapmaya başladı. Hocaları onun Fransa’da kalıp Felsefe alanında daha da başarılı çalışmalar yapmasını istiyorlardı. Özellikle Mourice Blondel bunu çok istiyordu. Nurettin’in şerefine evinde bir veda yemeği düzenledi. Davetliler arasında Paris Üniversitesi’nden profesörler de vardı. Yemekte çeşitli felsefe konuları üzerinde sohbet edildi. Sohbetin sonunda Blondel Nurettin’le, ‘Paris Üniversitesi Rektörü ile görüştüm. Seni üniversitenin felsefe bölümüne Dr. asistan almaktan memnun olacağını söyledi. Ne diyorsun?’ dedi. Nurettin ‘Gösterdiğiniz teveccühe çok teşekkür ederim. Ben vatanıma döneceğim. Devletime ve milletime hizmet borcum var, onu ödeyeceğim’, diye cevap verdi. Bunun üzerine Blondel, ‘Lise yıllarından beri seni yakından tanıyan bir hocan olarak, böyle bir cevap vereceğini biliyordum. Ancak bu teklifi yapmak benim için bir görevdi, dedi ve devam etti: ‘Şunu hiçbir zaman unutma ve aslâ ümitsizliğe kapılma. Doğu’da en az bir asır daha felsefe yapılamaz.’ Diğer profesörler Blondel’e hak verdiler. Onlar da Türkiye’de böyle bir çalışma ortamı bulamayacağını, ilerde çok pişman olacağını söylediler. Nurettin ‘Ben milletimin parası ile okudum. Milletime hizmet borcum var, onu ödemeliyim, dedi. Onlar da çok yanlış yaptığını, bütün mesele borcun ödenmesi ise o konuda çare bulabileceklerini ifade ettiler. Ancak Nurettin, söz konusu borcun yalnızca para borcu olmadığını, aynı zamanda bir vefa borcu olduğunu söyledi.
Dönüşte kitaplarını ve diğer eşyasını Marsilya’dan kalkacak gemiye vererek Monsenyör Molla’ya verdiği söz üzere veda ziyaretinde bulunmak için trenle Roma’ya gitti. İstanbul’a gelecek olan gemi Napoli’ye de uğrayacaktı. Kendisi de oradan gemiye binecekti. Molla’ya ziyaretinde kitapları takdim etti. Avrupa’dan, Faşizmden, iç savaşlardan söz ettiler. Molla tezle ilgili görüşlerini açıkladı. ‘Teziniz nazarî ahlâk açısından yani etik açıdan felsefî bir araştırma gibi görünse de, amelî (pratik) ahlâk açısından ele alınmış olduğu dikkat çekiyor. azizim ben size işin doğrusunu söyleyeyim: Siz tezinizde biraz da kendi öfkenizi, kendi isyaninizı dile getirmişsiniz. Daha objektif olabilirdiniz’ dedi. Nurettin buna itiraz etmedi. (s. 74-75)
Molla Kur’an’dan, İncil’den okumalar yapıyor, bir takım açıklamalarda bulunuyordu. Nurettin de dikkatle dinliyordu. Bilimlerden ve imandan söz ediyordu. saatlerce konuştu. Lâkin gitme saati yaklaşıyordu. Molla’nın bunu akıl etmesini bekliyordu. Konuşması bitince veda edip ayrıldı. Hasret kaldığı ülkesine dönüyordu. (s.80)
Gemi Karaköy rıhtımına yanaştığında güneş Süleymaniye’nin minareleri arasından sarkmış, batmaya hazırlanıyordu. Nurettin geminin merdivenlerinden inerken etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Her şey eskiden nasılsa yine öyleydi. (…) Yine de memlekete sağ-sâlim dönmüş olmanın sevincini yaşıyordu.
Nurettin İstanbul’a gelir gelmez öğretmenliğe müracaat etti. Devlet bursu ile okuduğundan tayin işinde bir müşkülatla karşılaşmadı. Galatasaray Lisesi Felsefe grubu dersine stajyer öğretmen olarak tayin edildi (Eylül, 1934) ve göreve başladı. Okul müdürü genç muallimi odasına çağırdı. Hâl hatır sorduktan sonra hemen konuya girdi: ‘Nurettin bey, ders yılı sona eriyor ve imtihanlar yaklaşıyor, birkaç çocuk var, onların mutlaka sınıf geçmesi lâzım, dedi. Altı kişilik listeyi ‘işte bunlar’ diyerek genç muallime uzattı. ‘Çalışır derslerini bilirlerse elbette sınıflarını geçerler. Bilmezlerse ben nasıl sınıf geçirebilirim? Geçmek de kalmak da kendi ellerinde, dedi. Müdür bey böyle bir cevap beklemiyordu. (…) Müdür meselenin ciddiyetini izah için, bunların sıradan zevatın çocukları olmadığını, Halk Fırkası’na mensup hatırlı zevatın çocukları olduğunu belirtti. Sınıf geçmezlerse hocanın başının derde gireceğini ifade eder. Muallim herhangi bir vaatte bulunmadan müsadenizle deyip odadan çıktı. Müdür bey kendi durumunu garanti altına alabilmek için sene sonu raporuna Nurettin’le ilgili olarak şunu yazmıştı: ‘Fena, geçimsiz, inzibatı temin edemeyen ve dersinden istifade ettirmeyen bir muallim’. Onun bu menfi raporu işe yarayacak ve istenilen sonucu verecektir. Sene sonu (Haziran 1935) imtihanlarında o çocuklardan üçü doğrudan geçemeyip ikmale kaldılar. Bakınız daha sonra neler oldu!.. Erzurum mebusu Hüseyin Avni Ulaş Nurettin’in baba dostuydu. Babasının vefatından sonra Hüseyin Avni bey Topçu ailesiyle olan gönül bağını koparmadı. Nurettin de küçük yaştan itibaren bu zatın etkisi altındaydı. Hüseyin Avni beyin eşi Ferhunde hanımın ilk kocasından Fethiye adında bir kızı vardı. Avni beyin üvey kızı olan Fethiye ile genç muallim Nurettin’i baş göz etmeyi düşündüler. Kısa bir nişanlılık sonrası mütevazı bir düğünle evlendiler (12.09.1935). İşte tam o gün Nurettin’in İzmir Erkek Lisesi felsefe muallimliğine tayin emri geldi. Nurettin yeni görevine başladı. Kendinden ziyade hanımı adına üzülüyor ve endişe duyuyordu. Çünkü gelin hanım bir paşa torunuydu. Bogaziçi’nde kırk odalı bir yalıda büyümüştü. İzmir’e gidip iki odalı bir evde nasıl yaşayacaktı? (…) Ders yılı boyunca karı-koca birbirini nadiren görebiliyordu. Nurettin’in İstanbul’a izinli geldiği günlerden birinde kayınpederi ona, Nurettin, ben bugún Mehmet Âkif Bey’i ziyarete gideceğim, benimle gelmek ister misin? diye sorduğunda Nurettin, Âkif beyin İstanbul’a döndüğüne sevindi ama hasta olduğuna üzüldü. Ziyaret için gittiklerinde (Beyoğlu, Mısır Apt.) karşıklı hâl-hatır sorup şifa dileklerinde bulundular; damadını Mehmet Âkif beye ‘hayranlarınızdan Nurettin Bey’ diyerek tanıttı. (…) Nurettin askerlikten dolayı da eşiyle biraraya gelemedi. Bir sene daha bekleyip, askerliğimin bitmesine onbeş gün kala kesin kararı verdiler, boşanmak zorunda kaldılar. Hâkimin yanlış bir karar vermemek için geçimsizlik sebebini soruşturmayı uzatınca H. Avni bey müdahale etmek zorunda kaldı. Kanaat şahidi olarak söz alıp ‘Hakim bey! İşi uzatmaya gerek yok, bizim kızımız Nurettin bey’e lâyık eş olamadı. Lütfen kararınızı veriniz, bu işi bir an evvel bitiriniz! (s. 85) “
No Comments