Emin lşık’ın “Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” (Dergâh Yay. 2019’da 4.Baskı) kitabından alıntılar (1)
“(…) Üstad Massignon gerçekten de çok yönlü, çok bilgili bir insandı. (…) İslâm tasavvufunun efsanevî şahsiyeti olan Hallac-ı Mansûr’la ilgili çalışmalarını tamamlayıp dört cilt hâlinde yayınladı (1922). ‘Uğruna bir ömür verdim’ dediği eseri yayınladığı için çok seviniyordu. Üstelik kitabın basılıp yayınlanması, Hallac’ın vefatının bininci yılına denk gelmişti. Bundan dolayı da ayrıca mutluluk duyuyordu. Kitabın basımının bininci yıla denk gelmesini de yine Hallac’ın bir kerameti olarak görüyordu: ‘Bunda bizim bilmediğimiz bir sır, bir hikmet var’ diyordu. (s.35-36)
Nurettin, Massignon’a sadece zekâsı ve bilgisinden dolayı değil, aynı zamanda hür fikirli, medenî cesaret sahibi, üstün karakterli bir aydın olmasından dolayı hayranlık duyuyordu. (…)
Nurettin, Massignon’a gidip geldiği o günlerde, sohbet hocası olan M. Blondel’in ‘ L’Action‘ adlı eserini okuyordu: ‘(…) Gerçek hürriyet, hayatımızdan kendimizin sorumlu olduğumuzu bilmemizdir. (…)’ (s.37)
Bu sözler Nurettin’i çok etkilemişti. (…) Blondel’e dâhî diyen o profesör, yazılı imtihanda şöyle bir soru sordu: ‘Ölüm olayının geride kalan biz fâniler üzerinde bıraktığı intibalarla ilgili duygu ve düşüncelerinizi yazınız! ‘ Bir sonraki derste, profesör elinde bir tomar kâğıtla sınıfa girdi. ‘Yazdıklarınızı dikkatle okudum, hiçbiri beş para etmez’ diyerek söze başladı. Sonra da ‘Şu Türk’le bir de şu arkadaşınızın yazdıkları biraz bir şeye benzemiş’ dedi. Önce Nurettin’i ayağa kaldırdı, teşekkür etti; beğendiği birkaç cümlesini okudu. Ardından Peter’i ayağa kaldırdı, ona da teşekkür ettikten sonra, onun kağıdını satır satır okumaya başladı. Bütün dersi onun yazdıklarını açıklamaya harcadı… Peter liseyi rahipler okulunda okumuş, oradan aldığı diploma ile üniversitenin felsefe bölümüne girmişti. Zenci asıllı bir Fransızdı, ama Fransızlara hiç benzemezdi. Yani onlar gibi kendini beğenmiş değildi. (…)
Peter ile Nurettin kısa zamanda arkadaş oldular. Çoğu kere Blondel’e birlikte giderlerdi. Onun sohbetleri hep ahlâk felsefesi ve din psikolojisi üzerineydi. Gözlerini kaybetmiş olan bu filozof, gözle görülmeyen, elle tutulmayan fikir ve hikmetler dünyasında gezip dolaşırdı. (…) Blondel’in ne kadar önemli biri olduğunu anlatmak için Nurettin ileride Yalnızca Blondel’i okumak için bile Fransızca öğrenmeğe değer bir lisandır ‘ diyecektir. (…) (s.39)
Strasbourg’daki fakültede ve College de France’da verilen konferansları ilgiyle takip ediyordu. (…)
Nurettin Massignon’a Türkçe dersleri vermeye devam ediyordu. Üstat, çoğu zaman dersten sonra Nurettin’i akşam yemeğine alıkoyardı. İstanbul, Edirne, Bursa ve Konya’daki cami ve türbelerin mimarî özellikleri üzerine sohbet ederlerdi. O’nun elinde Selçuklu ve Osmanlı eserlerine ait yığınla malzeme vardı. Hakkında önemli bilgiler verdiği eserlere dair bu malumât çoğunlukla Nurettin’in ilk defa duyduğu şeylerdi.
İşte bu sohbetlerin etkisiyle Nurettin sanata ve sanat tarihine ilgi duymağa başladı. Sanat tarihi bölümüne kayd olup devam etti ve oradan sertifika aldı (Kasım 1932). Daha önce Psikoloji ve estetik derslerine devam etmiş oradan da sertifika almıştı (Haziran 1932). Genel Felsefe ve mantık zaten onun ana konusuydu. O derslerin imtihanını da başarıyla vermişti (Kasım 1932). Şimdi sıra İçtimaiyyat (sosyoloji) ve ahlâk derslerine gelmişti. Bu bölümün dersleri oldukça ağırdı. Fakat Nurettin Haziran’da mezun olmayı kafasına koymuştu. Çünkü esas hedefi Sorbonne’da doktora yapmaktı. (…) Nitekim öyle yaptı; gece gündüz çalıştı ve Haziran 1933’de fakülteden mezun oldu. Hemen doktora için başvurusunu ve kaydını yaptırdı. (s.40)
Nurettin yaz tatillerinde İstanbu’la gelip gidiyordu. İkinci gelişinde ağabeyi Hayrettin’i de yanında getirdi (1931). İki sene birlikte kaldılar. Ağabeyi tahsilini tamamlayıp yurda dönünceye kadar onunla yakından ilgilendi. (…) Remzi Oğuz Arık (1899-1954) tahsil için Fransa’ya gelen öğrencilerin en yaşlısı idi. Oradaki Türk öğrencilerin hepsiyle tek tek ilgilenir, bir misyoner gibi çalışırdı. (…) Sanki Anadolu’yu yüreğinde taşıyordu. (…) Nurettin’le bir araya geldiklerinde ülkenin kalkınması için neler yapılması gerektiğine kafa yorarlar, planlar yaparlardı. Bu iki idealist insan ölünceye kadar hep dost kaldılar. İhtisasını bitirip dönerken Nurettin’e ‘Mutlaka doktora yapmalısın, sakın Dr. olmadan gelme!’ dedi. Ardından da ‘Devlet doktorası ha!’ diye tembih etti. Nurettin de zaten devlet doktorasından başka bir şey düşünmüyordu. (…) Nurettin çok önceden bunu kafasına koymuş, hattâ tezin konusunu bile seçmişti. (…) (s.43)
Nurettin, Bergson’u (1859-1941) görmek istiyor, onunla tanışmayı çok istiyordu. O’na hayranlık duyuyordu. (…) Ünlü filozof çok ciddî ve sıkı bir çalışma (âdeta inzivaya çekilmiş gibi) sonucu 1932’de söz konusu tezini Ahlâk ile Dinin İki Kaynağı adıyla yayınladı (1932). Sekiz senedir dışarı çıkmayan yaşlı filozof, ilk defa evinden çıktı, College de France’daki dostlarına âni bir ziyarette bulundu. Nurettin onu ilk defa orada yakından görebildi. (…) (s.45)
Nurettin lise son sınıfın bütün imtihanlarını Haziran döneminde verdi ve Bordeaux Lisesi’nden pekiyi derece ile mezun oldu. Vakit kaybetmeden Strasbourg Üniversitesi’nin felsefe bölümüne kaydını yaptırdı (1929). (…)
Günler hızlı bir çalışma temposu içinde, dolu dolu geçiyordu. (…) Tez işine rağmen Strasburg veya Paris’teki hiçbir önemli konferansı kaçırmıyordu. Zaman zaman ünlü sosyoloji dergilerinde Nurettin Ahmet imzasıyla ilginç makaleler de yayınlıyordu.
Vatikan’da şark dilleri hocalığı yapan Pol Molla ile daveti üzere gidip görüşmüştü. (s.58-59)
Nihayet beklenen gün geldi. Nurettin tez savunması için jüri huzuruna çıktı. Profesörlerin kendisine yönelttiği çetin sorulara yerli yerinde ve tatminkâr cevaplar verdi. Tez hem konu seçimindeki orijinallik, hem içeriğindeki zenginlik bakımından yeterli bulundu. Jüri tarafından ittifakla kabul edildi. Yılın en başarılı tezi seçildi. Halide Edip hanım ile eşi Abdülhak Adnan Adıvar da tez savunmasını izlemek üzere gelenler arasındaydılar; Halide Edip hanım bir Türk gencinin ilk defa Fransa’da felsefe dalında doktora yapmış olmasından dolayı çok duygulanıyordu. Nurettin, bu hanıma ölünceye kadar minnettar kalacaktı.
Nurettin Sorbonne’da devlet doktorası yapan ilk Türk öğrencisiydi. Üniversitenin geleneklerine göre birinci gelene ödül verilirdi. Yetkili profesör, kendisine nasıl bir ödül istediğini sordu. Seçenekler sunarak tercih hakkını kendisine bıraktıklarını ifade etti. Bu teklif üzerine Nurettin kendinden emin ve gayet kararlı bir şekilde, ‘Bunların hiçbirini istemiyorum. Sadece gönderdeki Türk bayrağının akşama kadar orada kalmasını istiyorum, dedi. İsteği yerine getirildi. Başta M.Blondel ve Massignon olmak üzere, bütün hocaları, bütün arkadaşları Nurettin’in başarısına çok sevindiler. Bu tezin mutlaka basılması gerektiğini söylediler. Nurettin tezi hemen baskıya verdi, kısa zamanda basılıp kitap haline geldi. (s.71)
No Comments