“Erken Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbn Arabî’nin Yansımaları”
Hamid Algar‘ın Nakşibendîlik isimli kitabından (İngilizce’den çevirenler: Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek; insan yayınları, birinci Baskı: 2007, genişletilmiş 3.Baskı: 2012) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Maverâünnehir ve Horasan’ın ilk Nakşibendîleri -böyle nazarî (teorik) meselelerle uğraştıkları zaman- vahdet-i vücûd’a itiraz etmemişlerdir. Hem Hâce Muhammed Parsa hem de Abdurrahman Câmî, İbn Arabî’nin eserinin şerhlerini kaleme almışlar; Ahrâr da herhangi bir husûmet emâresi göstermeksizin varlığın birliği doktrinine birkaç atıfta bulunmuştur. Hattâ Müceddid’in Hindistan’daki manevî çocukları, mürşidlerinin kavramına şiddetle sarılmamışlardır. Mirza Mazhar Cancanân (v.1195-1781) açık bir şekilde vahdet-i vücûd’u desteklemiş ve büyük çağdaşı Şah Veliyullah (v.1176-1763), makul bir şekilde varlığın birliği ile şuhûdun (şâhitlerin) birliği arasındaki farkın aslında terminolojik olduğunu ifade etmiştir. Aynı görüş, Şah Veliyullah’ın oğlu Şah Refîeddîn Dihlevî’nin el-Feyz bi’l Hakk bi Damga el-Bâtıl isimli eserinde bütünüyle ele alınmıştır. (…)” (s.36-37)
“Şeriat üç kısımdan terkip olmuştur: ilim, amel ve ihlâs. Bu üçü mevcut olup gerçekleştirilmedikçe şeriatın ifa edildiği söylenemez. (…) Tarîkat şeriatın hizmetkârıdır ve onun üçüncü unsuru olan ihlâsın kemâle erdirilmesi vazifesini görür. (…)” (s.38)
“Nakşibendî şairlerinin bu dönemde Delhi’deki ağırlıkları aslında Timur döneminde Herat’taki Câmî ve Nevaî’yi çağrıştırmaktadır.” (s.41)
“Hâlidiyye’nin Anadolu’daki nüfuzunun bir diğer ölçüsü de, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin manevî varlığına rağmen Konya’daki en önde gelen tarîkat oluşudur.” (s.49)
“Sıkça farzedilenin aksine Türk sekülerizmine karşı Nakşibendî direnci geniş ölçüde pasif kalmış; Şeyh Sa’îd ve müridlerinin 1925’teki isyanları yegâne büyük istisna olmuştur.
Mevlânâ Hâlid’in hem soyunun, hem silsilesinin bir takipçisi olan Mehmed Es’ad 1848’de Erbil’de doğmuştur. Sultan Abdulhamid’in saltanatı esnasında İstanbul’a gelmiş ve 1888’de Kelâmî Nakşibendî tekkesi’nde postnişin olmuştur. Tekkenin kapanışından sonra İstanbul’un Erenköy semtindeki ikâmetgâhında ziyaretçi kabul etmeye devam etmiş; ancak tarikatları yasaklayan kanun maddesine uymuştur. (…) Derviş Mehmed 1930 sonunda Menemen’de insanları başkaldırıya teşebbüs ettiğinde, İnönü ve Şükrü Kaya bu vakayı Şeyh Mehmed Es’ad ve diğer birçok Nakşibendî’yi içine çeken bir tutuklama dalgası için bahane olarak kullanmışlardır. Şeyh Mehmed Esad’ın en büyük oğlu da dahil birçok Nakşibendî darağacına gönderilmiştir. Şeyhin kendisi de hapishane Hastanesi’nde vefat etmiştir. Şeyh Mehmed Es’ad’ın vefatını öğrenmesi üzerine tekkelerin kapanışından kısa bir süre önce onunla tanışmış bir seyyah olan Carl Vett şöyle yazmıştır: ‘Allah’ı tefekküre dalma yoluyla edinilen saf bir ilim kaynağı uçup gitti’. Halifeleri arasında Düzceli Halil Efendi, Sarıyerli Nuri Efendi, Beykozlu Hulusi Efendi ve Bolulu Muhyiddin Efendi sayılabilir. Aralarında en önemli olanı, ömrünün son senelerini geçirmek üzere Medine’ye gitmeden evvel hocası gibi Erenköy’de ikamet eden, oldukça saygın ve âlimâne zühd sahibi bir zât olan Sami Efendi’dir (Ramazanoğlu).
Hâlidî faaliyetlerinin en belirgin ve yoğun ifadesi, Nakşibendî şeyhleri Şeyh Şâmil ve halefleri önderliğinde Rus emperyalizmin bue karşı yurütülen Dağıstânî direnç olmuştur. Nakşibendî tarîkatı Dağıstan’a ilkin 12/18. asırda Doğu Anadolu’nun Karadeniz bölgesinden ulaşmıştır; ancak daha güçlü girişi yıllar sonra Mevlânâ Hâlid’in bir halifesi olan Amasyalı Şeyh İsmail’in birkaç Dağıstanlı müridinin Kafkas dağlıları arasında faaliyette bulunmasıyla başlamıştır. Amaçları arasında Dağıstan içinde Rus idaresinin yayılmasına direnmek vardır. (…)” (s.52-53-54-55)
No Comments