“Erken Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbn Arabî’nin Yansımaları”
“insan yayınları‘ndan genişletilmiş 3. Baskı (dijital) olarak 2012’de yayınlanmış (çevirenler: Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek) HAMİD ALGAR’ın NAKŞİBENDÎLİK isimli Kitabının ERKEN DÖNEM NAKŞİBENDÎ GELENEGİNDE İBN ARABÎ’NİN YANSIMALARI (s.147-170) Bölümü’nden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“İbn Arabî’nin hemen hemen evrensel bir yayılıma sahip olan öğreti ve kavramlarından etkilenmeyişi bakımından Nakşibendî tarikatinin isisnâî bir durum teşkil ettiği çoğu zaman kabul edilen bir husustur. Bu yanlış anlayışın temelinde yalnız konuyla ilgili metinleri tanımama değil, aynı zamanda hem Nakşibendî tarîkatının değişmez mahiyetini, hem de Şeyhü’l-Ekber’in eşsiz dehasını anlayamama yatmaktadır. (…) Batı dillerinde konuyla ilgili açıklayıcı mahiyette çok sayıda önemli çalışma ortaya çıkmış olmasına rağmen; İbn Arabî hâlâ çoğu kez hemen hemen sapkın, ahlâkî ve hukûkî kayıtlardan âzade bir sistemin savunucusu olarak kabul edilir. Nakşibendiyye ile İbn Arabî arasında var olduğu düşünülen bu hayâl ürünü karşıtlık, belki de daha genel bir anlamda tüm İslâm tarihi boyunca tasavvuf ile şeriatın tamamen zıt kutupları temsil ettiğini ısrarla savunan görüşten kaynaklanmıştır.
Nakşibendî geleneğinin mihver (eksen) şahsiyetlerinden biri olan Müceddid Şeyh Ahmed Sirhindî’nin (v.1034/1624), İbn Arabî tarafından ortaya konulan belirli bazı düşünceleri münâkaşa ettiği de göz önünde bulundurulmalıdır. (dipnot: Bu durumun yol açtığı yanlış anlama ve çarpıtmaların aşırı bir örneği, John L. Esposito’nun tamamen temelsiz şu ifadesidir: ‘ Sirhindî… büyük bir iştiyakla İbn Arabî’nin bir kâfir olduğunu ifade etti.‘ (İslâm, The straight Path, Oxford, 1988, s.124). Ancak bunu bir nevi tereddütle yapmış ve büyük üstâda duyduğu yüksek saygıyı önemle belirtme konusunda elinden geleni esirgememiştir. (dipnot:Meselâ bkz. Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Lucknow,1889, III, s.136-7.) Onun yönelttiği eleştiriler, İbn Arabî’nin tam anlamıyla öfkeli ve amansız düşmanı İbn Teymiyye (v. 728/1328) tarafından yapılanlardan mahiyetce farklı olmuştur. (dipnot: Bkz. Brockelmann,Geschichte der arabischen Literatur, I, s. 119. ) Üstelik, Müceddid’in İbn Arabî’nin bazı öğretilerine karşı ortaya koyduğu itirazlar, bu tasavvuf düşüncesi üstadları arasındaki görüş ayrılıklarının yalnızca bir ıstılah (terim) meselesi olduğu düsüncesine sahip Müceddidî çizgide yer alan sonraki Nakşibendîler tarafından yumuşatılmış ve hattâ görmezlikten gelinmiştir. (dipnot: Şeyh Ahmed Sa’îd Müceddidî’nin (v.1277/1860), Muhammed Murad el-Kâzânî tarafından Zeylü Reşahât Aynu’l-Hayât’ta (s.107) kaydedilen mülâhazalarına bakınız. Bu eser, Fahreddîn Ali es-Safi’nin Reşahât Aynu’l-Hayât adlı eserinin, kendisi tarafından yapılan Arapça tercümesinin (Mekke, 1300/1883) kenarında basılmıştır.)
Her hâlükârda, Müceddid’in sahip olduğu bu eleştirel tutumu geriye, Nakşibendî tarikatının daha önceki nesillerine yansıtmak tamamen yanlış olurdu. Gerçekte, İbn Arabî’yi tenkit etmek sûretiyle Müceddid, seleflerince konmuş olan teâmülü bozmuş oluyordu; nitekim onların büyük kısmı eş- Şeyhü’l-Ekber’in öğretilerine karşı çok esaslı ve müsbet bir ilgi duymuşlardır.
Nakşibendî yolu, Horasan tasavvufuna ait belirli geleneklerin bir nevi billurlaşması olarak mülâhaza edilebilir; bunda orijinal Melâmetiyye’nin kavramları özellikle önemli bir rol oynamıştır. (dipnot: Yazarın ‘Elements de provenance malamâtî dans la tradition primitive Naqshbandî‘ (Melamis- Bayramis: Etudes sur trois mouvements mystiques musulmans, nşr. N.Clayer, A.Popovic ve T. Zarcone, İstanbul, 1998, s.27-36) yazısına bakınız. ) Şu halde tarihî olarak İbn Arabî ile Nakşibendiyye’nin manevî silsileleri arasında bir geçişkenlik yoktur. Bu konuda en ileri söylenebilecek olan şey, melâmet’e dâir belirli bir anlayış tarzının İbn Arabî için de önemli olduğu (dipnot: el-Futûhâtü’l-Mekkiyye, Kahire, 1329/1911, III, s. 34-7.) ve kendisinin en azından Nakşibendiyye’nin en son ceddi olan Hâce Ebû Ya’kub Hemedânî’den (v.535/1140) haberdar olduğudur. (…)
İbn Arabî’nin varlığından ve eserlerinden haberdar oluş, Doğu Horasan’a ve Maveraünnehr’ en geç sekizinci / on dördüncü yüzyılda nüfûz etmiştir; bu dönem, aynı zamanda bu bölgelerde Nakşibendî tarikatının ortaya çıktığı devredir. Bunun bir göstergesi, meşhur Eş’arî kelamcısı Sa’deddin Teftazânî (v.791/1389)’nin Fusûs üzerine bir reddiye yazmağı gerekli görmesidir.
Abdurrahman Câmî’nin (v.898/1492) İbn Arabî’ye duymuş olduğu ilginin en açık belirtisi, bizzat İbn Arabî’nin kaleme aldığı Fusûsu’l-Hikem muhtasarı Nakşu’l-Fusûs’a yazmış olduğu Nakdu’n-Nusûs adlı şerhtir. (…)”
No Comments