“Evrim”in Tasavvuf Geleneğince Açıklanması
Prof.Dr. Ömer Türker‘in İslam Düşünce Geleneğinden Hareketle Bir Değerlendirme olan Evrim Risalesi kitabından (Ketebe Yayınları 1009, 1.Baskı, Eylül 2023) Evrim konusunda “Tasavvuf Geleneğinin Açıklaması” bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Mutasavvıflar genel olarak, fiziksel nesnelerin değişim sorununu filozof ve kelamcılardan farklı bir tarzda ele alırlar. Onların yaklaşımı, fiziksel olan bütün açıklamaların araçsallaştırılması üzerine kuruludur. Gerçi mutasavvıflar, baştan beri Aristotelesçi madde-suret teorisine meyletmişler, İbnü’l-Arabî’yle birlikte İbn Sînâ felsefesini tevarüs edince Meşşâî teorik fiziği takip edegelmişlerdir. Fakat mutasavvıfların asıl iddiası, varlık düşüncesi ve âlem tasavvurundadır (ontoloji ve kozmoloji / varlıkbilim ve evren bilimi). Daha önce İslâm düşünce geleneklerini anlattığımız yazılarda özetlediğimiz bu tasavvura göre bir buğday tohumunun filizlenme olayını şöyle tahlil edebiliriz:
Bir buğday tohumu, diğer bütün mevcutlar gibi Varlık’ın bir halidir. Büyük harfle yazılan mevcut, Tanrı’yı işaret eder. Varlık tektir ve o da Tanrı’dan ibarettir veya cümleyi tersinden kurarsak, Tanrı Varlıktır. İster duyularla algılanabilsin ister duyu algılarına konu olmasın, var olan her şeyin varlığı Varlık’a nispetten ibarettir. Dolayısıyla bir buğday tanesi de Varlık’a nispetinin bulunması anlamında vardır ve bu anlamıyla Tanrı’nın veya Varlık’ın bir tezahürunden ibarettir. Var olan şeyler zuhura geldiklerinde veya taayyün ettiklerinde (belirdiklerinde) aslında Tanrı’nın isimlerinin birer görünümünden ibarettir. Yani buğday tanesi gerçekte Tanrı’nın bir ismidir. Buğday kelimesi de bu ismin ismidir. Aynı durum, buğday tanesini eken çiftçi, tanenin ekildiği toprak, onun yeşermesi için gerekli olan hava, su ve ısı çin de geçerlidir. Bütün âlem Allah’ın isimlerinin çeşitli tezahurlerinden oluştuğu gibi, âlemdeki hareketlilik de ilahi isimlerin zıtlığı ve çatışmasından kaynaklanır. Buğ
day tanesinin toprak altında bozulup çürümesi, Allah’ın Mümit (öldüren) isminin bir tezahürü iken, yeşererek yeni bir buğday filizine dönüşmesi Muhyî (dirilten) isminin bir fiilidir. İsimlerin âlemde sonsuz tezahürü vardır ve bu tezahürlerin tek tek adlandırılması da insan vüsatini aşar. Buğdayını toprağa ekerek yeşermesini sağlayan çiftçi de Muhyî isminin bir tezahürüdür. Kısaca bir buğday tanesinin filizlenmesi için gerekli unsurların ve şartların tamamı, ilahi isimler ve fiillerden ibarettir. Bu kısa özetten çıkan birkaç önemli sonuç: (i) Herhangi bir nesne vaka yahut olgunun Varlık’tan bağımsız bir tahakkukunun olması imkânsızdır. Zira Varlık veya Tanrı, suya atılan taşın belirli bir noktadan başlayarak genişleyen daireler çizmesi gibi dairesel olarak genişleyerek zuhur eder. Nasıl ki bu daireleri, suya nispetinden bağımsız bir anlam olarak düşünebiliyorsak ve bu düşünmede daireler var olmakla nitelenmiyorsa mevcutları da “Varlık’a nispetlerinin bulunması anlamında” varlıklarından ayrı birer anlam olarak düşünebiliriz. Fakat böyle bir düşünmede bile düşünen özne olarak bizler, Varlık’ın bir haline, ismine veya zuhuruna tekabül ettiğimizden, nesne, vaka ve olguların anlam olarak sübutlarını (gerçekleşmelerini) dahi Varlık’tan bağımsızlaştırmak imkânsızdır. Buğdayın ve diğer unsurların var olması, Tanrı’ya nispetlerinin bulunması demektir. Bu nispetin kaldırılması, zaten filizlenme olayının bütünüyle yok sayılması anlamına gelir. Dolayısıyla Tanrı’dan veya Varlık’tan bağımsız bir oluş tahlili, vahdet-i vücûdcu (Varlık’ın birliği görüşüne bağlı) sufilere göre fiilen imkânsızdır. (ii) Herhangi bir oluşun Tanrı veya Varlık’tan bağımsız olması, Tanrı’ya ait niteliklerin o oluşun tahakkuk ettiği mertebede ve mertebenin kabiliyeti ölçüsünde tahakkuk etmesi anlamına gelir. Varlık ise zuhur ettiği tüm mertebelerde kendinde saf bir bilinç, bilgi, kudret ve irade olarak bulunur. Bu demektir ki Varlık’la irtibatı dikkate almayan bir açıklama hem eksik hem de yanlış yönlendiricidir. (…) (iii) Herhangi bir nesne yahut olguda Varlık’ın zuhur etmesi, aslında ilahi isimlerin o mertebede küllî veya cüzî olarak tahakkuk etmesi anlamına geldiğinden oluşların hem mertebesi hem sırası hem de kendisi ilahi bilgi tarafından öncelenir. (…) Dahası, hakikat zamana ve mekâna bağlı olmaksızın ilahi bilgide ezelî olarak bulunur. (…) Evet, bulunuşların mertebeleri farklıdır ama bu farklılık onların hakikatinin ezelî ve ebedî olmasını engellemez. Bu bakımdan bilginin öncelemediği bir nesne, vaka veya oluş imkânsızdır. (iv) İlahi bilgide bulunan hakikatler, bir defada var olmazlar. Çünkü onların Varlık’a nispetleri, belirli düzen ve hiyerarşi dahilinde gerçekleşir. Bu hiyerarşik gerçekleşmeyi düzene dönüştürerek tek bir anlamlı bütün haline getiren şey, hakikatlerin Tanrı’ya veya Varlık’a nispetleridir. Yani burada Varlık bir süreklilik ve bitişiklik oluşturur. Bu sebeple vahdet-i vücûdcular, Varlık’ın çeşitli tahakkuklarda dönüşüm geçirerek zuhur ettiğini düşünen birlikçi düşünürlerdir. Varlık, bir mertebeden sonra başka bir mertebede zuhur eder ama bu, bir öncekinin sonrakine evrilmesi şeklinde değildir, bir sonrakinin öncekinden sonra gelmesi şeklindedir. Çünkü hiçbir mertebe diğerine varlık vermez, Varlık nihai cevher ve tek bir hakikat olarak mertebe mertebe zuhur eder ve bir önceki mertebe sonraki mertebenin yalnızca zuhuruna aracılık eder. Varlık feyzi doğrudan Tanrı’dan gelir. Bu durum, sadece mertebeler arası ilişkide değil, bütün nesneler, oluşlar ve vakalar arasındaki ilişkide de böyledir. Bir buğday tohumu bozulup yeni buğday filizlendiğinde, yeni buğdayın varlığı doğrudan Tanrı’dan yani Mutlak Varlık’tan gelir. Lakin bu durumun, bir gözleyenler açısından bir şeyin dğerine dönüşerek onun varlığını meydana getirmesi olarak algılanması mümkündür. Hakikatte ise varlığın kaynağı tektir ve varlık bahşetme, devredilebilir bir işlev veya paye değildir. (v) Varlık’ın zuhuru, kendisindeki sonsuz imkânın sonsuza değin öngörülemez tarzda göreli zorunluluğa (Tanrı’ya nispet kazanarak başkası nedeniyle olan bir zorunluluğa) dönüşmesi yahut tahakkuk etmesi değildir. Tam tersine varoluşun bir gayesi vardır. (…) , Her bir ilahi isim, kendi gayesini veya gayelerini tahakkuk ettirmeye yönelir. (…) Her bir canlının ölümü, Allah’ın Mümît isminin bir zuhuru ve gayesidir. (…) Dahası, bütün ilahî isimlerin en geniş ve kapsamlısı olan Allah ismi hem başlangıç hem de sonu oluşturur. Allah celâl ismi başlangıçta bulunması bakımından Varlık’ın bilfiil en soyut ve en kuşatıcı haline tekabül eder. (…) Varlık dairesi tümel insanla başlar ve insan türünün tek tek fertlerde meydana gelmesiyle sona erer. (…) (vi) Âlem, mutlak bilgi ve kudretin bir ayrıntısı olduğundan hiçbir şey tesadüfen ortaya çıkamaz. Diğer bir deyişle, her şey doğrudan Tanrı’yla, dolaylı olarak da birbiriyle koparılamaz rabıta halindedir. (…) Varoluşta sayısız fail görünse de gerçekte tek bir fail vardır ve her şey O’nun fiilinden ibarettir. Fiil ne tesadüfen meydana gelebilir ne kendi başına düşünülebilir. Çünkü tanımı gereği fiil faile delalet eder.
Maddeleri artırmak mümkün olmakla birlikte şimdiye kadar sıralananlar şunu göstermeğe yeterlidir: İster canlıların gelişim sürecini ister başka başka herhangi bir mevcutlar grubunun oluşum sürecini açıklamayı amaçlayalım, vahdet-i vücûdcu sufilere göre fail, hakikat, bilgi ve gaye kavramlarına mutlaka başvurmak zorunda kalırız. (…) Lakin biyolojik bir araştırmanın neticesinde araştırılan nesnenin belirli bir özü olduğu, varlığını Tanrı’dan aldığı, varlığını önceleyen bir bilgisi olduğu ve ilahi isimlerin yukarıda açıklanan anlamda bir gayesi olarak tahakkuk ettiği kesinlikle yanlışlanamaz. Haddizatında biyolojik arastırma böyle bir sonuca elverişli de değildir; zira bu biyoloğun gözlem dışına çıkarak metafizikçiliğe soyunması anlamına gelir.
Pekâlâ, canlıların tek bir atadan geldiği ve çevre koşullarının etkisiyle gen aralıklarında husule gelen değişimlerle türlere ayrıldığı açıklamasına vahdet-i vücûdcu bir sufi ne diyebilir?
Aslında tasavvufun derin bir okuması, bu seviyede kalan bir okumaya aykırı görünmez. Fakat bu yargı, bütün değişimi Tanrı’nın bir hali olarak gördüğümüz ve sadece türsel sûretlerin değil, bireysel sûretlerin de doğrudan Tanrı’dan geldiğini ilkece kabul ettiğimiz sürece böyledir. (…) Fakat bir sufiye göre bunun bir varlık izahı olarak isabetli olmasının şartı, yukarıda sayılan varlık, fail, bilgi ve gayeye ilişkin maddelerin kabul edilmesidir. (…) Sayılan maddeler kabul edildiği takdirde bir biyolog vahdet-i vücûdun ilkelerini aklında tutarak evrimci bir açıklama yapabilir görünmektedir. (…) Bunlar, biyolojik bir açıklamanın sınırlarını aşmaktadır. (…)
Bu bağlamda kelam, felsefe ve tasavvufu değiştirerek değil fakat evrim teorisinin metafizik kabullerini değiştirerek evrimci bir araştırma yapmak imkânsız görünmemektedir. (…) Yaşadığımız koronavirüs sürecinde de bu durum müşahede edilmektedir. Her gün televizyonlarda virüsün etkisi evrimci biyolojinin terimleriyle anlatılmaktadır. Fakat bir Müslüman, bu olayın evrimci biyolojinin terimleriyle anlaşılması ve anlatılması ile Allah’ın bir imtihanı olarak görülmesi arasında herhangi bir çelişki bulmamaktadır.
Kanaatimce mesele bu kadarla kalsaydı evrim bu denli gürültü koparmayabilirdi. Bu yazı dizisine başladığım ilk yazıda belirttiğim gibi, evrim teorisinin biyoloji dışında daha yıkıcı bir kullanımı vardır. Zira teori varlık, fail, bilgi ve gayeye ilşkin olumsuz tavrı nedeniyle ateist ideolojiye payanda yapılmaya son derece elverişlidir ve böyle de kullanılmaktadır. (…) Evrim teorisinin bu denli gürültü koparmasının ana nedenlerinden biri, insanın oluşum surecine, tarihine ve anlamına ilişkin açıklamalardır.
Âdem-Havva kıssası tek başına değerlendirilmeğe elverişli değildir. Zira bu kıssa, genel olarak insanın kendisini ve yaşadığı dünyayı anlamlandıran, âlemdeki yerini ve gayesini ifade eden kapsamlı bir hikâyenin parçasıdır. İnsan bu hikâyede sadece kendisinin değil, bütün âlemin varoluş sürecini temaşa eder. Bu sebeple de Âdem ve Havva’nın yaratılışı hakkındaki değerlendirmeler, sadece insan türünün oluşum süreciyle ilgili değildir; bilhassa metafizik, kozmoloji ve dünya tarihi tasavvuruyla ilgili pek çok ayrıntıyı barındırır. Meselenin bu kısmının aynı kitaptan alıntılamalarla başka bir yazının konusu olması gerekir.
No Comments