“Felsefe Geleneğinde Tanrı-Âlem İlişkisi”
Bu başlık, Prof. Dr. Ömer Türker‘in Felsefe/Bilim dizisinden çıkan “İslam Düşünce Gelenekleri / Kelam-Felsefe-Tasavvuf ” isimli kitabının (Ketebe Yay., 2. Baskı) bir bölümüne aittir (s.91). Bu bölümden yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Felsefe geleneği, Tanrı-Âlem ilişkisi hakkında, kökleri Hind düşüncesine kadar götürülebilen ama İslâm döneminin temel yaklaşımının dönüştürücü müdahalesiyle yeniden şekillenen bir tasavvura sahip olagelmiştir. Bu tasavvur, kendi içinde pek çok farklı yaklaşım ve iddiayı barındırsa da felsefe geleneğinin bütününü temsil eden bir ortak çerçeve olduğu söylenebilir. Bu ortak çerçeveyi on madde üzerinde özetleyebiliriz.
1)Tanrı, zâtı gereği zorunlu varlıktır.
İslam’ın önde gelen filozoflarının tamamı, Tanrı’nın sebep, ve bir bütün olarak âlemin sonuç olduğunu düşünür. (…) Bunun anlamı şudur: Bir bütün olarak âlem kendi başına var olmuş değildir, bir varlık veren faile muhtaçtır. Bu bağlamda Tanrı, âlemde ortaya çıkan bütün mevcutların varlığını doğrudan veya dolaylı şekilde kendisinden aldığı nihaî fail ve sebeptir. (…) Bir şeyin, varlık anlamının bütününe kaynaklık edebilmesi için kendisinin varlığı zorunlu olmalıdır. (…) Tanrı’nın başka bir şeye muhtaç olması düşünülemeyeceğine göre, O ezelden beri âlemi var ediyor veya ezelden beri ona varlık veriyor demektir.
2) Âlem mümkün ve ezelîdir.
Tanrı dışındaki şeylerin tamamı anlamında, âlemin varlığı hem mümkündür hem de ezelîdir. Âlemin varlığının mümkün oluşu, kendisi açısından düşünüldüğünde varlığının da yokluğunun da imkan dâhilinde olması ve ancak nedeniyle birlikte düşünüldüğünde mevcut hale gelmesidir. Âlemin ezelî oluşu, tek tek bütün mevcutların değil de bir bütün olarak kozmik düzenin zamanda başlangıcının olmaması ve Tanrı’nın zorunlu bir fiili olarak ezelden beri var olmasıdır. (…) İslâm felsefesi geleneğinde Kindî gibi âlemin sonradan meydana geldiğini düşünen ve bu hususta kelam geleneğiyle hemfikir olan filozoflar da vardır. Fakat bunlar ana akım içinde azınlık olarak görünür.
3) Tanrı hem varlık hem de mevcuttur.
Tanrı, âlemdeki tüm mevcutların varlığının kaynağı olduğundan Tanrı’nın kendisi diğer mevcutlardan farklı olarak hem varlık (vucûd) hem de mevcuttur. Yani Tanrı dışta saf bir varlık olarak vardır, hiçbir bölünme kabul etmez, parçalardan oluşmaz, bir örneği bulunmaz. (…) Dışta saf bir mana olarak bulunur, bilen bir öznedir, hatta saf bilinçten ibarettir. (…) Bütün sıfatlar, yine onun varlığının değişik açılardan isimlerinden ibarettir. O bilendir, bilinendir, bilgidir, kadirdir, kudrettir, iradedir, müriddir. Ama bilgi, kudret, irade Tanrı’nın kendisinden yani varlıktan ibarettir.
4) Âlem, mutlak bilginin bilinçli eseridir.
Tanrı bilen bir fail olduğuna göre âlem bilgi ve bilincin eseridir. Dolayısıyla âlemin varlığı kendiliğinden veya tesadüfen olmadığı gibi âlem başından beri mutlak bilgi ve kudret sahibi bir Tanrı tarafından oluşturulan bir düzene sahiptir. Ne ezelî bir düzensizlikten (kaos) düzene (kozmos) geçiş ne de bilinçsiz bir tesadüfün oluşturduğu düzensizliğin insan tarafından bir düzen olarak algılanışı söz konusudur. Âlem, mutlak bilginin zuhur ederek mevcudiyet kazanmasıdır. (…) Bu bağlamda birkaç filozof hariç İslâm filozoflarına göre Tanrı, kelam geleneğinin iddia ettiği gibi iradeli bir mevcut değildir, tam tersine âlem Tanrı’dan zorunlulukla meydana gelir. İradesizlik ilk bakışta zannedildiği gibi bir eksiklik değildir, mutlak bilginin mutlak bilince özdeş olmasının kaçınılmaz bir sonucudur.
5) Mevcutlar, Tanrı’nın varlığından taşarak var olur.
Tanrı bir şeyi meydana getirdiğinde kendi varlığından verir ki bu, cömertliğin (cûd) zirvesidir. Bu bağlamda Tanrı hem mükemmeldir hem de mükemmelliğin ötesindedir. İkinci durumda oluşu varlık bahşetmesini açıklar. (…) Kindî, Sicistânî, Âmirî, İhvan-ı Safa gibi filozoflar Tanrı’nın varlık vermesini mevcudun yoktan yaratılması şeklinde açıklamıştır. (…) İbn Sînâ sonrasında İslam felsefesi geleneği esas itibariyle onun eserleri ve fikirleri etrafında şekillendiğinden felsefe geleneğinin ana akım görüşü, mevcutların taşma (sudûr) yoluyla Tanrı’dan varlık aldığıdır. (…)
6) Varlık, hiyerarşi içindedir.
(…) Bu bakımdan mutlak varlık olan Tanrı’nın hemen altında akıllar yer alır. Bunlar saf manevi veya aklî mevcutlardır, cisimler dünyası ile doğrudan temasları yoktur. (…) Nefsler kendilerine gelen varlık anlamını bilgi ve harekete dönüştürerek gökteki küreleri döndürürler. (…)
7) Tanrı, varlık veren ilk ilkedir.
Herhangi bir mevcudun hakikati, daima metafizik bir faile ihtiyaç duyar. (…) Bu bağlamda İslâm filozofları, nesnelerin kendisine mahsus varlığı olan hakikatlerinin oluşmasının mutlaka metafizik ilkeleri gerektirdiğini ve fiziksel ilkelerin âlemdeki oluşları açıklamaya elverişli olmadığını düşünegelmiştir. (…) Metafizik faillerin zirvesinde ise Tanrı bulunur. Dolayısıyla Tanrı’yı varlık veren bir ilke olarak kabul etmeyen herhangi bir âlem açıklaması, felsefe geleneğine göre yanlıştır. Modern bilimin klasik dünyadaki hakim bilim geleneğinden en önemli kopuşlarından biri budur.
8) Âlem, hiyerarşik düzende bir inşadır.
Sayılan maddeleri ayrıntılandırmak veya sayıca çoğaltmak mümkündür. Fakat genel olarak filozofların Tanrı-Âlem ilişkisi hakkındaki düşüncesi varlık, zorunluluk, imkân, nedensellik ve hareket kavramları üzerine kurulmuş muhkem bir yapı olarak görülebilir. Bu muhkem yapı yüzyıllar boyunca farklı medeniyetlerin ve büyük filozofların katkılarıyla oluşmuş ve İslâm döneminin en büyük filozofu kabul edilen İbn Sîna elinde son halini almıştır. (…)” (alıntılar s. 91-97 arasından)
No Comments