Fîh i Mâ Fîh Yetmişüçüncü Fasıldan alıntılar

 

“ (…) Yâ Rab, tezyîd et, tenkîs etme! Fakat bu ebedî ve ezelî ikbâl-ı a’zam erbâbının hâli başkadır. Bir kimse onlardan ber-hor-dâr olup hem- nişîn olabilir ve ünsiyyet eyliyebilir. O sâhib-i ikbâl-i a’zâm ise, onların lisanları söylemeksizin efsânelerini işitir ve onların bâtınlarındaki maânî-i amîka ve dakika harfsiz olarak o büyük ikbâl sahibi ise, onların lisanları söylemeksizin efsânelerini işitir ve onların bâtınlarındaki maânî-i amîka ve dakika harfsiz olarak o ikbâl sâhibinin gûş-i hûşuna vâsıl olur. Zîrâ onsekizbin âlemin pâdişâhının bu bendegân-ı hâs ile ilk oynadığı oyun ve el öpmek resminin icrâsından evvel ma’nâ olarak “Allah’ı ârif olanın lisânı kelîl(zayıf) olur” ölçütünce, onları bî-zebân kılması idi. Bu ise şaşırtıcı değildir. Zîrâ âlem resmi budur. Çünkü anlamın kuvvetlendiği her yerde sûret zayıf olur. (…) Kabuk, için bekçisi olduğundan galîz ve katıdır. Zîrâ sabah yaklaşınca korku azalır ve bekçiler evlerine giderler. Ve onlar bu ifade ile / hiç söz söylemezler, demeyi murâd etmiyorum; ancak nefislerinde söylemezler ; ve yalnız işkâlâtın (güçlüklerin) cevabını verirler ve katlarında hallolunmuş olan şeyi hallederler; ve başka şeyden dem vurmazlar. Meselâ bir baba, sözü, küçük çocuğa göre söyler. (…) İşte çocukların beşîr ve nezîri bundan ibaret olabilir.

Bu onsekiz bin âlem içinde bu tâifeden daha garîb hiçbir kimse yoktur; ve Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’in garibliği, bundan idi ve kezâlik onun yetimliği bu tür yetimlikten idi; Abdülmuttalib’in vefatıyla değildi; ve Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle garîb olmadı, belki onun garibliği hem-şehrî ve hem-zebân bulmaması idi. Şu halde o garîblerin hiçbirisi hakkında garîb-nevazlığa tama’ etmemek lâzımdır. Belki onların, bütün garîbân-ı âlemin fevkınde bir nâz mahalli olup “Biz ulvî âlemin garîbiyiz; siz ise âleme mensûbsunuz” derler. Eğer Farsça söyleseler Farsça söyleyenler anlamaz; ve eğer Arab evlâdından olup, arabça tekellüm etseler, sâir arablar anlamaz. Yalnız vâhim potansiyelde tasavvur olunan anlamın zâhirini fehm eylerler; fakat garazları (kasd ettikleri) bilinmez. Zîra manâyı anlamak başka, kasdı anlamak başkadır. (…) Nihayet bir gün padişah av avlamış, pek mesrûr olmuştu. Fırsat buldular. Zîrâ seyyid-i kâinat ve şem’i arz u semâvât Efendimiz “merhamet zamanında duâyı ganîmet biliniz” hadîs-i şerîfinde münacât vaktinden nişan vermiştir. (…) Oysa bizim kasdımız lisânen söylediğimiz ve halkın anladığı bu kabahat değildir. Kasdımızı bir biz biliriz, bir de o bendemiz bilir. (…) söz ve sözün anlamı kasdımıza perde olmak için, mesela bir bendemizi gizli hizmet ile gönderir ve zâhiren ona başka emirler veririz. Şimdi… O şairin şiiri, diğer melikler ve selâtin üzerine üstün tutulmak ve meleğe ve feleğe teşbîh eylemek suretleriyle, bizim tazim ve tefhımimize dâir olan bir şeydir; fakat o şâirin kasdı, hi’at ve libâs ve maâş ve yakınlıktır. İşte ben o kasdı anladım ve kabul ettim. Sana da verelim, gönlünü hoş tut, diye başımı salladım.

Kur’ân’ı çok tefsir etmişlerdir. Ancak az kimseler, Kur’an’ ın kasdını tefsir eylemişlerdir. Cenâb-ı Mustafa (s.a.v.)’in imânı ve onun kasdı gizlidir. Peygamber’in amelini tefsir/ hani? “Onların Rableri katında ecirleri, mükâfatları vardır.” Herkes kendi vehminde tasavvur olunan ecri tefsîr etmiştir. Mustafa’yla ilgili ecir kasdı nerede? Bütün âlem şiirler okurlar, ‘can’ ve ‘dost’ derler ve âşıklardır. Ancak her bir âşığın şerefi, ma’şûkunun şerefi kadar olur. Tercüme: İnsanların aksâmı türlü türlü âşıkdırlar. Onların eşrefi (en şereflisi), ma’şuku kendsine ziyâde meşakkat verendir.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked