Fîhi Mâ Fîh’ den alıntılar
MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ ‘nin bu eserinden ( Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık, 8. Baskı; İstanbul, 2009) yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Gönül ya Mevlâ’yı, ya da dünyâyı sever. İlâhî irâdeye bağlanan gönül, dünya esâretinden kurtulur. Bu durumda kul, Allah Teâlâ’ya olan ihtiyacını devamlı hisseder. Muallim Nâcî bu hususu bir beytiyle şu tarzda özetlemiştir: “Zengin sanırız kendimizi lîk (lâkin) fakîriz, Hürrüz deriz ammâ ki, hakîkatte esîriz!” Bu mertebede kul henüz ikilikten kurtulmuş değildir. Tasavvuf ıstılâhında (terminolojisinde) buna ‘fark‘ hâli denir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İyyâke na’budü” (Ancak sana ibâdet ederiz) (Fâtihâ, 1/5) bu makama işârettir. ‘Cem‘ ve ‘Cem’u’l-cem hâli ‘Ve iyyâke nestaîn‘ (Ancak senden yardım bekleriz) (Fâtihâ, 1/5) dir ki, cânı cânâna verip âzâde olmaktır. Muhabbet ikiliği mûcibdir. Bir âlem vardır ki, orada ikilik yoktur. Oraya ulaşıldığında ikilik kalmaz. Mîrâc, benliğin fenâsıdır. (fenâ: ‘bekâ’ nın karşıtı; fânî olma.) İkilikten ibâret olan ilk âlem aşktır. Hak Mansûr’un muhabbeti nihâî dereceye ulaşınca kendisine düşman oldu ve kendisini ma’dûm (yok olan) kılıp ‘Ene’l-Hak‘ yani, “ben fânî oldum, Hak kaldı” dedi. Tevâzu’un ulaştığı son nokta ‘ene=ben‘i yok kabûl etmek ve bu yokluğu yaşamaktır. Davâ ve tekebbür “Sen Hudâ’sın ve ben kulum” demektir ki, ikiliktir. Mevlânâ’ya göre “Hüve’l-Hak= O Hak’dır” demek dahi ikiliktir. “Ene’l-Hak” sözü -mutlak olarak- Hakk’a aittir; çünkü O’ndan başka bir hakiki mevcûd düşünmek muhâldir.
Hz. Mevlânâ’nın bu beyânını ‘mutlak‘ olarak anlamalıyız; zîrâ ‘mukayyed’ (kayıdlı/izâfî) manâda ‘Ene’l Hak’ sözü küfür, yâni hak ve hakîkati örtmek olur. Bütün âlem bir menşe’den gelip, yine o menşee döner: (Bakara, 2/156) kerîm âyetini (“Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz”) Hz. Mevlânâ şu tarzda açıklamıştır: “Bütün cüzler o mahalden gelmiş, yine hepsi o mahalle rücu ederler.” Bütün bu alış-veriş soyut ve somut kevnî (kozmik) sûretler tablalarında görünür olur. Zîrâ o âlem (ilmî sûretler mertebeleri) latîftir, görünmez. Bahar rüzgarı ağaçlarda, bahçelerde kendini gösterir. Bahardaki güzellikler, o görünmeyen rüzgârın eseridir. Bahar rüzgârının kendisini düşündüğümüz zaman, bunların hiçbiri görünmez olur. İbâdetler, kulluklar vs., bütün Hakk’ın atâsıdır (bağışıdır) ve mülküdür. Yani mutlak fâil Allah Teâlâ’dır. Meselâ Hak bize sıhhat vermezse insanın yapabileceği bir şey yoktur. Salavât ve tayyibâtın Allah için olması, hakîkattir; o kulun değildir. Hep O’nundur ve O’nun mülküdür. İnsanlar sebeplere nazar ederler ve işleri o sebeplerden bilirler. Hz. Mevlânâ’ya göre sebepler bahânedir ve işi gören başkasıdır. Halk sebepleri, ârifler ise müsebbibi görürler; zîrâ mutlak fâil Allah Teâlâ’dır. Gerçi gölge dalın aksidir (yansımasıdır), gölgeden hiç meyve yenemez; gölgeden dalı taleb etmek lâzımdır. İkiliğin kalkması ‘ene=ben‘in ölmesiyledir. Aynı cinsten iki kuşu kanatlarından bağlasalar uçamaz; çünkü ikilik vardır. Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa bağlasalar uçar; zîrâ ikilik kalmamıştır. Hz. Mevlânâ bu durumu, perde arkasından seslenen bir kimseyi görmeyen halkın, perdenin konuştuğuna zâhib olmasına (konuştuğu zehâbına kapılmasına) benzetmiştir. Hz. Mevlânâ’ya göre ‘Ene’l-Hakk’ın manâsı, “hareketler Hak’tandır” demektir. Bu âlem bir köpük misâlidir. Denizin dagalanmasından meydana gelen varlıkların devâmı, bu dalgalanmalara (tecellîlere) bağlı olan köpüklerdir. Hz.Mevlânâ Mesnevî’sindeki bir beytinde: “Biz yoklarız; ve bizim varlıklarımız da yoktur. Sen, fânîleri gösteren mutlak bir varlıksın” buyurur.
No Comments