Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi (Ahmed Avni Konuk, 1915-1928 arası) Cild-lll Yay. Haz. (Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, MÜİFAY 6. Baskı) Lût Fassı’ndan alıntılar

 

Bu yüce fass Lût Kelimesinde mündemic (içkin) olan melkî hikmet (şiddetle ilgili hikmet) den bahseder. Bu hikmetin Lûtî kelimede içerilmesinin sebebi şudur: Lût kavmi tabiî işler ve hayvanî şehvetlerle meşgul olmak sûretiyle yeryüzünde fesâda yol açtılar. Lût (a.s.) onları hayvanlıktan insanlığa davet etti. İnsanî vazifelerini tebliğ eyledi. Onların nefisleri kuvvetli ve perdeleri de o nisbette şedîd (katı/sert/dayanıklı) olduğundan, kabul etmeyip Lût(a.s.)a şiddetle mukabelede bulundular. Oysa cenâb-ı Lût onlara karşı zayıf idi. ‘Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı, yahut ‘rükn-i şedîde’ (şiddetli bir dayanağa) iltica edeydim‘(Hûd, 11/80) buyurdu. Ve temennîden yüce maksatları, kavminin şiddetli olan nefsânî perdelerinin kaynağı olan belirmiş varlıklarının ilâhî şiddetli azab ile helâk ve zevâli (sona ermesi) idi.

O halde ‘himmet'(çalışma, çabalama) kalbî açılımlardan olduğundan cenâb-ı Şeyh (M.İbnu’l-Arabî) bu ‘şiddetle ilgili hikmet’i ‘kalbî hikmet’ten sonra zikreyledi. Ve şiddetin mazharlarda görünür olması, ilâhî isimler gereğinden olduğu ve isimlerle ilgili sûretler olan sabit hakikatlerden haberli olma, kader sırrına vâkıf olmaktan ibaret olup, bu da Hakk’a mahsûs olduğundan ve ‘şiddetli dayanak’ olan Hakk’a iltica eyleyen kimse Hakk’ın varlığında fânî, Hak’la bâkî olduktan sonra kader sırrına ereceğinden bu şiddet hikmetinden sonra da, kaderî hikmeti beyan buyurdu.

Lûtî kelime ‘şiddetle ilgili hikmet’e mukarin (bitişik) olduğundan cenâb-ı şeyh (r.a.) ‘melk’ (şiddet)in ne demek olduğunu ve Lût (a.s.) ile münasebetini İzâhan buyururlar ki, ‘melk’ şiddet ve ‘melîk’ şiddetli manâlarına gelir. (…) Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Lût’tan naklen yukarıda belirtilen âyet-i kerîmedeki (Hûd, 11/80) manâyı buyurduğu ve ‘şiddetle ilgili hikmet’in Lûtî kelimeye nisbetinin bu âyet-i kerîmeden çıkarıldığı belirtiliyor. Ve cenâb-ı Lût’un bu sözüne karşı (S.a.v.) Efendimiz, ‘Allah Teâlâ kardeşim Lût’a rahmet etsin ki, muhakkak şiddetli dayanağa ilticâ eyledi’ buyurmakla cenâb-ı Lût’un kuvvetli ve şiddetli olması cihetiyle Allah ile beraber olduğuna uyarımda bulundu.

Yani cenâb-ı Lût ‘şiddetli dayanak’ tabiriyle ‘kabile’yi murâd etti. Ve ‘Benim kuvvetli kabilem olup, o kabileye iltica edeydim’ demek istedi. Ve ‘Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı’ tabiriyle de mukavemeti kasdetti. Ve kuvvet de bu şehadet mertebesinde özellikle beşerden ortaya çıkan himmetten ibarettir. (…)

Lût (a.s.)ın kelâmının hakikat diliyle olan izahı şudur: Ben henüz fenâ-fillah (Allah’da fânî olma) makamındayım; ve bu makamda kendi nefsim ile Hak varlığında tükenmiş bulunduğum için, sırf kulluk ile sıfatlanmışım. Dolayısıyla bende himmet ile tasarruf yoktur; ve eğer bu makamdan baka-billah makamına geçip, bende ilahî isimlerin hepsinin eserleri fiilen görünür olsa idi, o ilâhî isimler toplamının kuvvetiyle tasarruf ederek îcâd ve i’dâma (varlığa getirmeye ve öldürmeye) gayret ederdim. Ve şiddetli dayanak olan kabileye iltica etmekle, o mazharların kuvvet ve şiddeti derecesinde, Hakk’ın fiili dahi, kuvvetli ve şiddetli olarak görünür olurdu.

Bilinsin ki, fenâ-fillah makamı, mutlak varlığín tarafından belirmelerin kalkmasından ibarettir. Zirâ belirmelerin gerekleri olan bu benlik ve bizlik perdeleri, o mutlak hakikatin cemâl perdesidir. Bu belirme, mutlakla ilgili birliğin tecellisiyle ortadan kalkınca, gayrilik perdeleri de aradan kalkmış olur; bu mertebede olan kimsenin nazarında belirmelerin, vehimden ibaret olan ârızî gayriyyeti (sonradan olan gayrilik) yok olur. Ve böyle bir kimse ortada, Hakk’ın varlığından gayrı tasarruf isnâd edebilecek bir varlık göremez; dolayısıyla kendisi himmet ve tasarruf sahibi değildir. Bu mertebede istersen ‘Bu varlık Hak’tır’ de, istersen ‘Ben Hakk’ım’ de! İkisi de birdir. Nitekim Gülşen-i Râz‘da buyrulur: ‘Hudâ’dan gayrı mevcûd yoktur el-hak. / Dilersen Hak de, istersen Ene’l-Hak’

Fakat bu makamdan sonra gelen bakâ-billah makamının hükmü başkadır. Zîrâ bu makam kâmil insanın makamıdır. Bu mertebe mutlak zâtın kendisini bir tam mazharda görünür kılmasıdır. Zirâ insan-ı kâmil, mutlak varlığın cismanî ve ruhanî, vahdet ve vâhidiyet mertebelerinin hepsini toplayıcıdır. Ve bu mertebe mutlak zâtın en son tecellisi ve en sonuncu belirmiş esvabıdır.” (alıntılar s. 51-54 arasından)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked