Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II’den alıntılar
Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin ünlü eserlerinden biri olan bu eserin Ahmed Avni Konuk tercüme ve şerhi Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanmış ve İFAV (M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları) Yayını (7. Basım Nisan 2017) olarak çıkmıştır. Dört cilt olarak yayınlanan bu eserin II. cild’inin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Allah herşeyi yani bütün varlıkları hem ilmiyle hem de varlığıyla kuşatmıştır.” (Nisâ, 4/126) Şu halde herhangi bir varlığın Hakk’ın varlığı hâricinde müstakil bir varlığı yoktur. Eğer O’nun varlığı hâricinde herhangi bir şey olabilseydi, O’nun sonsuz olan varlığına bir had ve hudut çizilmiş olurdu ki, ‘mutlak varlık’ hakkında bunun tasavvur edilmesi mümkün değildir.” (s.37)
” ‘Allah’ ismi ile isimlenmiş olan zât ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine inmedikçe bu isim ile isimlenmez. Zîrâ ahadî zât hiçbir sıfat, vasıf ve nâm ile nitelenmiş, övülmüş ve isimlenmiş değildir. Sırf zât mertebesinden sıfatlar ve isimler mertebesine inmekle ‘ilk belirme’ ile taayyün etmiş oldukta ‘Allah‘ toplayıcı ismiyle isimlenen olur. Ve bu mertebe bilcümle ilâhî isimler sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ olarak birbirlerinden seçkin olduğu mertebedir. Ve bu mertebe madem ki bilcümle isimleri toplayıcıdır, şu halde ne kadar varlıkla ilgili işler ve yoklukla ilgili nisbetler varsa hepsini kuşatır. Nitekim Hak Teâlâ yukarıda (s.37’den alıntı) manâsı verilen Nisâ, 4/126’da öyle buyurur. (…) (s.36-37) “Malûm olsun ki, şerâfet (şereflilik) ve hasâset (bayağılık) nisbî işlerden ibârettir. Meselâ necâset beşerî belirmeye göre kabîhdir (çirkin, ayıp şey); yenmez ve şer’an haramdır. Ve üzerimize bulaşsa namaz kılınmaz; tahâret gerekir. Fakat bu hüküm diğer belirmelere göre böyle değildir. (…) Şu halde güzellik ve çirkinlik nisbîdir. İnsan kendince çirkin gördüğü şeyde Hakk’ın zuhûrunu uygun görmez. Vâkıâ bu edebdir, hoştur. Fakat işin hakikatinden gaflettir. Onun için Hz.Şeyh-i Ekber(r.a.) Ahadî Risalesi’nde buyururlar ki: “Eğer bir sâil (suâl eden) mekrûhâtın(kötü görülen şeylerin) ve mahbûbâtın(sevilen şeylerin) tümüne hangi nazar ile bakalım? Bir pislik ve leş gördüğümüz vakit, ona ne diyelim? Hak Teâlâ bunlardan bir şey olmaktan mukaddes ve âlîdir. Ve bizim sözümüz pisliği pislik ve leşi leş görmeyen kimseyedir. Belki sözümüz basîreti olup anadan doğma kör olmayan kimseyedir.”(s.37) “Yani özellikle ‘Allah’ ismiyle isimlenmiş olanın gayrisine gelince: O ya ‘Allah’ için meclâdır (zuhûr yeri); veyâhut Hakk’ın varlığı âyinesinde zâhir olan bir sûrettir. Yani ya hâricî ve hissî varlık ile belirlenmiş olan âlemlerin sûretlerinden bir zuhur yeri ve âyine olup onu görünür kılar. Veyahut hâricî ve hissî varlık ile belirlenmiş olmayıp Hak varlığı âyinesinde akıl mertebesinde zâhir bir sûret olur. Dolayısıyla âlemin sûretlerinden biri gibi ‘gayr’ ismi ile isimlenen şey, Allah için zuhur yeri ve âyine olursa, o vakit bu zuhur yeri arasında üstünlük vaki olur. Meselâ âlem sûretlerinden bir sûret olan kâmil insan tüm isimler için zuhur yeri ise de, o sûretlerden birisi olan gayr-ı kâmil insan, bilcümle isimler için zuhur yeri değildir. Ve yine her birerleri birer zuhur yeri olan hayvan, bitki ve cemâd (taş gibi cansız şey) da böyledir. Hayvanda görünür olan isimler bitkiye ve bitkide görünür olan isimler cemâda nisbetle daha ziyâdedir. Şu halde zuhur yerlerinden her biri için zâtî kemâl yoktur. Belki o zuhur yerlerinin mazhar oldukları isimlere göre kemâlden nasipleri vardır. (…)” (s.38)
No Comments