Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-II’den (Müellif: Muhyiddin İbnu’l Arabî, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof.Dr.Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV 7. Baskı) alıntılar
” ‘Ve kân’Allâhu bi-külli şey’in muhîtâ’ (Nisâ, 4/126) âyet-i kerîmesine göre ‘Allah herşeyi, yani bütün varlıkları, hem ilmiyle hem de vücûduyla (varlığıyla -a.a.-) kuşatmıştır. Şu halde herhangi bir varlığın Hakk’ın vücûdu hâricinde müstakil bir varlığı yoktur. Eğer O’nun vücûdu hâricinde herhangi bir şey olabilseydi, O’nun sonsuz olan vücûduna bir had ve hudut çizilmiş olurdu ki, ‘mutlak vücûd’ hakkında bunun tasavvur edilmesi mümkün değildir. Öyleyse mutlak olan ‘vücûd’ birdir, sonsuzdur ve O’nun hâricinde, yani vücûdunun kuşatmamış olduğu herhangi bir müstakil (bağımsız -a.a.-) varlık yoktur.” (s. 15)
İbn Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de şöyle demektedir: ‘Ey eşyâyı (şeyleri -a.a.-) kendi nefsinde halk eden! Sen halk ettiğin şeyi câmi’sin (toplayıcısın -a.a.-). Vücûdu mütenâhî (sonlu -a.a.-) olmayan şeyi sen vücûdunda halk edersin. A. Avni Bey bu cümleleri şöyle açıklamaktadır: Ey varlıkları kendi ilminda tasvir edip, mutlak vücûdunun tenezzülleriyle, o ilmî sûretlere şu kâinât âleminde vücûd vermek sûretiyle halk eden! Bu halk ettiğin eşyâyı hem ‘ilim’ ve hem de şu ‘ayn’, yani şu ‘kesîf cisimler’ mertebesinde Sen kendi nefsinde câmi’sin. Bilindiği gibi ‘ahadiyet’ mertebesinde ‘mutlak zât’ın ‘ayn’ı olan bütün sıfat ve isimler, Hak’tan zuhûr talebinde bulundular. ‘Âlemlerden ganî olan Zât’ kendi isimlerine bir rahmet olarak kendi zâtı ile, kendi zâtında ve kendi zâtına tecellî edip o isimlerin sûretleri önce ‘ilm-i ilâhî’de zâhir oldu. Bu zuhûrun kemâli için ‘ilmî sûretler’in ‘ilim mertebesi’nden ‘ayn mertebesi’ne, yani kesîf olan cisimler mertebesine gelmesi îcâb etti. Kesâfetin gerçekleşmesi için maddenin varlığı gerekiyordu. Halbuki ‘mutlak vücûd’dan başka bir vücûd yoktu. Şu halde kesîf olan madde ve cisimler âleminin zuhûr bulabilmesi için, mutlak vücûdun mertebe mertebe ‘tenezzül’ edip (inip), ilminde sübût bulan ‘ilmî sûretler’e ruhlar, misâl ve şehâdet mertebelerinde, her mertebenin gereğine göre yine kendi vücûdu‘ndan bir ‘sûret libâsı’ giydirdi. Bu demek olur ki, bütün taayyün (belirme -a.a.-) mertebelerinde zuhûr eden Hak’tır. Çünkü o ‘vücûd’un hâricinde başka bir vücûd yoktur. Şu halde Hak eşyâyı, yani varlıkları kendi nefsinde halk etmiştir; ve halk ettiği her şeyi câmi’dir. Sen ‘ilim’ ve ‘ayn’ mertebelerinde taayyünün hasebiyle, vücûdu mütenâhî olmayan şeyi kendi vücûdunda halk edersin.
İbnu’l Arabî’nin bu beytinden ve Ahmed Avni beyin açıklamasından anlaşılan şudur: Varlıklar Hakk’ın vücûdunda zâhir olmuştur. Çünkü Hakk’ın ‘vücûd’unun hâricinde herhangi bir varlık mevcûd olamaz. Ayrıca bütün bu yaratılmış varlıkların vücûdu ise Hakk’ın vücûdunun mertebe mertebe tenezzülünden (inmesinden -a.a.-) , letâfetten kesâfete doğru nüzûlünden, tecellî sûretiyle zuhûra gelmiş ve varlık bulmuşlardır. Şu halde ilk mertebe olan zât ve ‘lâ-taayyün’ mertebesinde vücûd Allah’ın olduğu gibi, ilk taayyün mertebesi’nden itibaren her mertebede zuhûr ve tecellî eden de Hakk’ın vücûdudur. Bundan şu netice çıkarılır ki, Hak zuhûr bakımından her mevcûdun ‘ayn’ı olmakla beraber, bu mevcutların maddî varlıklarıyla aynı değildir. Başka bir ifadeyle, bizim varlıklarımızda bâtın olan ‘hüviyet’ Hakk’ın, fakat görünen şahıs ve maddî varlıklarımızdaki ‘taşahhus’ bizimdir.” (s.16-17)
No Comments