Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Şerhi-III’ den alıntılar
” Bir hadîs-i şerif’te ‘Allah Teâlâ halkı zulmette yaratmıştır. Sonra onun üzerine ‘Nûr‘undan serpmiş ve o zâhir olmuştur.‘ buyrulması mahlûkâtın önce zulmette oluşlarına, sonra Nûr ile zuhûr bulduklarına delâlet etmektedir.”
” ‘Adem‘ (yokluk) kavramı ‘vücûd‘ (varlık) mukabilinde akledilebilir ve bu ikisinin ayrı ayrı idrâk edilmesi mümkün değildir denilmişti. Bu iki kavramın idrâk edilebilmesi için ikisi arasında bir aracıya ihtiyaç vardır ki, bu da ‘misâl âlemi‘nin hakikatidir. Ziyâ ( ışık) bu ara âlemin zâtî sıfatıdır. Misâl âleminin üstünde rûhlar, onun üstünde ise a’yân-ı sâbite (sâbit hakîkatler) ve vahdet âlemi vardır. Rûhlar âlemine yakınlığından dolayı misâl âleminde ‘nûr‘ tecellîsi gâliptir. İçinde yaşadığımız şehâdet âlemi, ‘nûr‘dan ibâret olan ervâh (rûhlar) âleminin mukâbilinde olduğu için, onun sûretlerinde zulmet gâliptir.
Nûr zulmet’in zıddıdır. Zulmet kendi idrâk olunmadığı gibi, kendisiyle de bir şey idrâk olunamaz.
‘ Hakîkî nûr ‘ ile zulmet arasında bulunan ışık (ziyâ) ise, hem kendi idrâk olunur ve hem de kendisiyle eşya (şeyler) idrâk olunur. Bu üç kavramın herbirine mahsus birer şeref vardır.
-Hakîkî nûrun şerefi ‘öncelik‘ ve ‘asâlet‘ bakımındandır. Zîrâ o her gizli ve örtülü şeyin ortaya çıkmasına sebeptir.
-Zulmetin şerefi ise ‘hakîkî nur‘ ile olan irtibat ve alâkası dolayısıyladır. Ayrıca hakîkî nûr ancak zulmet mukabilinde idrâk olunabilir. Çünkü onun zıddıdır; ve her şey ancak zıddı ile anlaşılabilir.
– ‘Işık‘ın şerefi ise ikisi arasında bulunmasından dolayıdır. Kendisinde nûr ile zulmet karışık olduğu için iki şerefe de sâhiptir.
Dr. Suâd Hakîm İbnü’l- Arabî’nin ‘nûr‘ kelimesini iki manâda kullandığını söylemekte ve şu şekilde açıklamaktadır: 1. Halkın mebdei; veya taayyünlerin zuhûru kendisiyle olan nûr. Bu manâda Fütûhat’taki şu cümleler zikredilebilir: “Allah Teâlâ bizi adem (yokluk) zulmetinden varlık nûruna çıkardı, bir nûr olduk.” (Füt. 3/412) ve “Allah, bütün mevcutlarda münbasıt olan (açılan, genişleyen) Nûr’dur ki, buna ‘varlık nûru‘ ismi verilir.” (Füt. 2/241) 2. İdrâkin mebdei (başlangıcı) veya varlıkta sârî (süren) olan akıl manâsında nur: “İdrâk Nûr ismiyle vâki oldu; ve bu gölge de mümkin varlıkların hakikatleri üzerine meçhûl bir gayb sûretinde yayıldı. İdrâkin mebdei olan bu nûr, başka bir terimle ‘şuhûd nûr‘u ve ‘iman nûru‘dur.
Kâşânî “Allah semâlar ve arzın nûrudur.” (Nûr, 24/35) âyetinin tefsîrinde şöyle demektedir: “Nûr kendi zâtıyla zâhir ve şeyler kendisiyle zâhir olandır. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla görünür olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Bu nûr “mutlak varlık”tır ki, mevcut varlıklardan vücut bulan her şey O’nunla aydınlanıp vücût bulmuştur. Burada Nûr ‘Münevvir‘, yani nurlandırıcı anlamındadır. (…) Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah halkı zulmette yaratmıştır. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir.” Burada ‘halk etmek‘ ‘takdîr‘ manâsındadır. Zîrâ takdîr ‘îcâd‘dan, yani vücûdun (varlığın) ifâza edilmesinden (bereketlendirilmesinden) kinâyedir. Mümkin “zulmet” ile vasıflanmıştır; çünkü ‘varlık‘la münevver olur. Onun nurlandırılması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. Yine İ.H. Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semasının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru ‘mutlak nur‘dur, hakikatte bir yön ile kayıdlanmış değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu şâmil olmuştur. (…)
a. Varlığın birliği ve çokluk âlemi
İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de Mümkin varlıkların ‘ayn‘ları ışıklı değildir, çünkü onlar yok hükmündedir. Bunlar her ne kadar ‘sübût‘ ile vasıflanmışlarsa da ‘vücûd‘ (varlık) ile ilgileri yoktur. Çünkü vücûd ‘nûr‘dur diyerek âlemdeki varlıkların hakikatlerinin önce sâbit hakîkatler âleminde “varlık kokusu koklamaksızın” sübût bulduklarını, sonra bu şehâdet âleminde menşe’leri olan ‘sübût‘un neticesi olarak rûhlar ve misâl âlemlerini geçerek mümkin varlıkların ‘cisim‘leri sûretinde zâhir olduğunu ifâde etmektedir. Zîrâ bir ‘Nûr‘dan ibaret olan Hakk’ın varlığı bu varlıklarda yoktur. Şeyler ancak bu ‘nûr‘ vasıtasıyla zuhûra çıkabilmişlerdir.
Sâbit hakîkatler bahsinde de söz konusu ettiğimiz ‘sübût‘ ile ‘vücûd‘ arasındaki fark şu misâlle açıklanmaktadır: Çekirdekte ağacın sübûtu vardır, fakat vücûdu yoktur. İşte bunun gibi mümkin varlıkların ilâhî ilim mertebesinde sübûtları olduğu halde vücûdları yoktur. Muhtelif varlıklar olarak şehâdet âleminde zuhûr ettikleri vakitte de yine bir yokluktan ibarettirler. Bu şu demektir ki, bu cisimler âlemindeki varlıkların Hakk’ın varlığı mukabilinde bizzat kendilerine ait müstakil ve ayrı bir varlıkları yoktur. Onun için Aziz Nesefî ‘Nûr’ u şöyle tavsif etmektedir:
“Vücûd birdir, gayri değildir. Fakat bu vücûdun bâtını (içi) bir ‘nûr‘dur; ve âlemin cânı ancak bu nûrdur. Âlem bu ‘nûr‘ ile mâlâmâldir (dopdoludur). Sınırsız ve sonsuz bir Nûr’dur; ve bî pâyân ve bî-kerân bir bahrdır.”
No Comments