Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-IV’den alıntılamalar
Müellifi Muhyiddin İbnu’l-Arabî , mütercimi ve şârihi Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayanları Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın olan eserin IV. cildinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Hak, aklî makam olan cenâb-ı İlyâs’da münezzeh (tenzih edilmiş) oldu. Çünkü Hz. İlyas, şehvetlerden mücerred (soyutlanmış) olup, soyut rûh olarak kaldı. Ve şehvetlerden soyutlanmış olan melekler, ruhlar ve akılların ma’rifeti, tenzih üzerine olduğundan onda da tenzîh görünür oldu. “Nitekim melekler meâlen ‘(…)Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi her halde ben bilirim’ dedi.” (Bakara, 2/30). Tenzih ilahî ma’rifetin yarısıdır. Zira akıl soyut olarak kendi nefsiyle olduğunda ilimleri aklî bakışından alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ’ya ma’rifeti teşbih üzerine değil, tenzih üzerine olur. Nitekim nazarî (teorik) akıllarına tâbi olan zâhir âlimleri de teşbihten ürküp tenzîh ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur. (s. 31)
Allah Teâlâ akla ma’rifeti tecellî ile verdiğinde, artık o kendi bakışından kurtulup ma’rifetin yarısı olan tenzih üzerine olmaz ve teşbih üzerine de olmaz; belki mutlaklık üzerine olur. Çünkü tecellî ile olan ma’rifet, Hakk’ı kayıdlamaz ve sınırlamaz. Dolayısıyla onun ma’rifeti kemâlde olur. Şu halde bu akıl, Hakk’ı tenzih mevziinde resmî tenzih ile değil, belki hakiki tenzih ile tenzîh eder. Ve teşbih mevziinde de kendisinin müşahedesi ve keşfi üzerine teşbih eyler; zira Hakk’ın varlığının dışında bir varlık ve sûret müşahede etmez ki, Hakk’ı ondan tenzih etsin. Ve Hakk’ın varlığından başka bir varlık isbat etmez ki, vehmiyle Hakk’ı ona teşbih eylesin. Hak kendi nefsini nerede tenzih ve teşbih etmiş ise, o da O’nu oralarda tenzih ve teşbih eder. O’nun tenzihi tecellînin verdiği hakiki tenzihdir Ve teşbihi de şuhûdî (görme/şahidlik ile ilgili) ve keşfîdir, yani müşahedeye dayanır.” (s. 32)
“Hakk’ın nefsini ancak tecellî ve nûrî – şuhûdî keşf (açılma) ile aydınlanan akıllar bilirler. (…) Hakk’ın varlığı hem tenzihi ve hem de teşbihi toplayıcıdır. Bu hakikati ise ancak tahkik ehli zevk ve müşahede olarak bilirler.” (s. 35)
“Hak ma’rifeti tecellî ile verdiğinde, o kâmil olan kimsenin marifeti de kâmil olur. Ve o kâmil verâset yolu ile resûllere erişir. Dolayısıyla resûller ne söylediyse onlar da onu söylerler. ‘Onlara bir âyet geldiğinde derler ki: Allah’ın peygamberlerine verilenler gibi bize de verilinceye kadar aslâ iman etmeyeceğiz. Allah elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir. (…)‘ (En’âm, 6/124) (S.a.v.) Efendimiz ‘Beni gören Hakk’ı görür.‘ buyurdu. Zira resûllerin her biri kâmil insandır. Ve kâmil insan ‘Allah’ câmî (toplayıcı) isminin mazharıdır. Ve ‘Allah’ ismi, bütün ilâhî isimleri toplayıcı olunca kâmil insan da ilâhî isimlerin tümünün mazharı düşer. Şu halde Hak resûllerin hüviyeti ve resûller Hakk’ın sûreti olması itibariyle ‘O risâletini nerede kılacağını bilendir‘ (En’âm, 6/124) kelâmı tenzihde vehm ile teşbih hakikati oldu. Yani resûllerde olan teşbih, Hakk’ın hüviyetine olan tenzih için; ve Hakk’ın hüviyetine olan tenzih de, resûllerde olan teşbih için sâbit olur.” (s. 36-38)
No Comments