Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-l, Şit Fassı’ndan ilimle ilgili alıntılar
“Kuldan olan isti’dâda (kabiliyete) sâhibinin şuuru yoktur; hâle ise şuuru vardır. Zîrâ bâisi (sebepleri yaratan, ölüleri dirilten, peygamberleri gönderen) bilir, o da hâldir. Böyle olunca isti’dâd suâlin (isteme, dua) ahfâsıdır (en gizlisi). Ve bunları, ancak Allah’ın kendileri hakkında öne geçmiş kazâsı (hükm etmesi) olduğuna ilimleri, suâlden men eder. Dolayısıyla onlar, Hak’tan gelen şeyin kabûlü için yerlerini hazırladılar ve nefislerinden, maksatlarından gâib (görünmez) oldular. Beyit (tercüme olarak): ‘Sen bendeliği (kulluğu, köleliği) dilenciler gibi, ücret şartıyla yerine getirme; zîrâ efendi, kul-severlik üslûbunu bilir.’
Allah’ın ona ilmi, onun hâllerinin tümünde, onun varlığından evvel, ‘ayn’ ının (hakikatinin) sabitliği hâlinde üzerinde sâbit olan şey olduğunu; ve Hak ancak onun hakikatinin ilimden Hakk’a aktardığı şeyi verdiğini ; ve o da sâbitliği hâlinde üzerinde sabit olduğu şeyin ne olduğunu bilen kimse onlardandır. Böyle olunca Allah’ın ilminin ona nereden hâsıl olduğunu bilir. Ve ehlullahdan bu sınıftan a’lâ ve keşfi (açılması) en yüksek bir sınıf yoktur. Çünkü bunlar kader sırrına vâkıftırlar. Zîrâ bilir ki, ezelde ilâhî ilimde sabit hakikat ne sûretle Hakk’ın ma’lûmu olmuş ise, Hak hükmünü o sûretle vermiştir. Ve onun sabit hakikati zâtî şe’nlerinden bir şe’n olan bir ilâhî isimdir; ve o ismin hazinesinde isti’dâdının gereği olarak saklı olan hâller ve hükümler nelerden ibaret ise her bir mertebede belirli vakitlerde peyderpey görünür olacaktır. Şu halde ‘Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!’ diye ard arda isteklerle boş yere gönlünü üzmez. O hükümler ve hâllerin zuhûruna gözleyici ve bekleyen olur. Lâkin zuhur eden hâller tabiatına uygun değil imiş, ne yapalım! Mazharı olduğu ismin kılınmamış istidâdının gereği budur. Nefis ve tabiatın tasarrufundan kurtulup, her zâhir olanı hoş görene aşk olsun!
İlim, Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır; ve Hakk’ın sıfatları, Hakk’ın zâtında içkin birtakım nisbetlerden ibâret olup zâtıyla beraber kadîmdir. Ve her sıfat bir ismin menşe’idir (kökeni). (…) Her bir isim zâtî şe’nlerden bir şe’ndir. Meselâ ilim sıfatından Alîm; hayat’dan Hayy; Sem’den Semî’; basar’dan Basîr; irâde’den Mürîd; kelâm’dan mütekellim; kudretten, Kadîr ve Kâdir; tekvîn’den Mükevvin isimleri çıkar. (…) İlâhî isimler külliyat (tümeller) yönünden sayılabilirdir; fakat cüz’iyyât (tikeller) yönünden sınırlanabilir ve sayılabilir değildir; çünkü sonsuzdur. Meselâ Hayy ismi bir küllî (tümel) isimdir; onun altında birçok cüz’î isim vardır (muharrik, mümeyyiz ve muhyî gibi). Ve bunların her biri âlemin sûretlerinden bir sûretin mürebbîsidir (terbiye eden); ve o sûret bu ilâhî şe’nin bir aynası olup onda devamlı olarak o ismin hükümlerinin sûretleri görünür. ‘Her bölünmeyen ânda Hak bir şe’ndedir.’ (Rahmân, 55/29) Ve bu isimlerin hepsinin müsemmâsı (isimlenmişi) bir olup, cümlesi o müsemmânın aynıdır; ve müsemmâ ise Hakk’ın Zâtıdır. Şu halde Hakk’ın sıfatlarına ve isimlerine olan ilmi, zâtına olan ilmidir. Böyle olunca ‘ilim’ kadîm (öncesiz), ‘ma’lûm’ da kadîm olur. Ve ‘ilim ma’lûma tâbidir’ denilince, evvelâ ma’lûm hâdis (sonradan olan) olur, daha sonra ilim de ona eklenir, manâsı anlaşılmamalıdır. ma’lûmun ilme önceliği zamanî öncelik değil, ancak aklî önceliktir. İşte aklen ilk olarak ‘ma’lûm’ ve sonra da ona eklenecek olan ‘ilim’ mevcut olması gerektiğinden, ilim ma’lûma tâbi olmuş olur. Ve ma’lûm olmayan şey istenemeyeceğinden, irade de ilme tâbi olur. Ve irade olunmayan şey hakkında kudret sarfına mahal olmayacağından, kudret de irâdeye tâbidir.
Bu bilgilerin zevkine varıldıktan sonra anlarsın ki, sen sana verdin ve sen senden aldın. Şu kadar ki, bu alış-veriş Hakk’ın varlığında ve Hakk’ın varlığıyla olmuş ve olagelmektedir . Bu âlemde her bölünmeyen ânda eline geçen her bir metâ ister tabiatına uygun gelsin ister gelmesin, hep senin hazinendeki metâdır. Boş yere kimseye ta’n etme (kimseyi ayıplama)! ”
No Comments