Fusûsu’l Hikem’den sâbit hakîkatler, isti’dâdlar, kader ve kaza üzerine alıntılar

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin (d.1165 Endülüs, Mürsiye – v.1240 Şam, Dımaşk) Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin Ahmed Avni Konuk(d.1868 İstanbul, v.1938 aynı şehir) tarafından harf inkılabı öncesinde (1915-1928) Arapçadan Osmanlı Türkçesine tercümesi ve şerhi yapılmış; 1987’de Mustafa Tahralı ve Selçuk Eraydın(d.1937 Balıkesir- v.1995 İstanbul) tarafından latinize olarak günümüz Türkçesinde ilk cildi hazırlanıp yayınlanmış olan bu eserin diğer üç cildinin yayınlanması işi de 1992’de tamamlanmıştır. Benim alıntılar sunacağım ciltler 2017’de 7. Baskısı yapılmış olanlardır. “Alıntılar” diyorum ama tıpatıp alıntı değil bunlar; okunması ve anlaşılması daha kolay olsun diye, aslına anlam bakımından sâdık kalmak kaygısıyla, bir şekilde (kelime karşılıkları verilerek, daha da sadeleştirilerek) ifade edilmiş, böylece orijinal metin aynen aktarılmış olmamaktadır.

“Senin ayn-ı sâbiten (sâbit hakikatin) saadet ve kemâli gerektirip Hakk’a, hâl diliyle ‘benim üzerime saadet ve kemâl ile hükm eyle’ demiş ve dolayısıyla dış varlıkda yani bu dünyada o ezelî hükmün eseri sende saadet ve kemâl sûretinde görünür olmuş ise, bundan dolayı ancak nefsini öv; çünkü hüküm senindir. Ve eğer sâbit hakikatin eşkiyalığı, haydutluğu ve noksanı gerektirip, Hakk’a bu hükmü verdiği için, bu âlemde sen şekâvet ve noksan üzere isen, bundan dolayı da nefsini kına, çünkü hüküm yine senindir. Hidâyet ve dalâlet, hayr ve şer ve her şey, varlığı feyzlendirme i’tibariyle elbette ki Hakk’ındır. Yoksa sâbit hakikatler, Hakk’a ne hüküm vermiş ve Haktan kendileri için ne istemiş iseler, o zuhûr ettiği için bunların cümlesi hakikatlerdendir. Dolayısıyla eğer zulüm vakı’ olursa halkdandır, Hak’dan değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur (meâlen) : ‘Biz sana anlatdığımız şeyleri (En’am, 6/146) Yahudilere daha evvel haram kılmışdık. (Bununla) biz onlara zulmetmemişdik. Fakat onlar kendilerine zulm etmiş oluyorlardı.’ (Nahl, 16/118) (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II, s. 69)

“Hak Teâlâ halk(yaratma, yaratılma) hakkında (ma’nâ olarak:) ‘Allah rızıkda ba’zınızı ba’zınız üzerine tafzîl eyledi(üstün kıldı)'(Nahl, 16/71) buyurdu. Ve halbuki rızk ilimler gibi rûhânî ve gıdalar gibi hissîdir. Ve halkın taleb eylediği istihkaklarından ibâret olan bu rızkı, Cenâb-ı Hak ancak ma’lûm kader ile indirir. Bilinir ki, ilâhî ilimde her şey, sâbit hakikatinin aslî istidâdına göre Hak’dan bir hüküm ister. İşte istidâdının (kâbiliyetinin) gereğince o şey hakkında kaza olunan (ortaya çıkan) hüküm ‘ma’lûm kader’dir. O halde o şey, kaza olunan hükmün varlık kisvesini giymesine göre bilinen kader üzere bulunan müstehak olduğu rızkını Hak’tan taleb eder. Hak Teâlâ da ona indirir. Şeylerin sabit hakikatlerindeki isti’dâd farklı olduğundan, bilinen kader ile inen rızıklarda da fark vardır. Dolayısıyla bu rızık sahiblerinin arasında da fark zâhir olur. ‘Cenâb-ı Hak ise her şeye hilkatini (hakkını) verdi’. (Tâhâ, 20/50); yani ezelde ilâhî ilimde her şey ne hüküm taleb etmiş ise, o hükmü ve müstehak olduğu şeyi Allah Teâlâ bir defada ona verdi. Velâkin varlık mertebesine dâhil olduktan sonra gökler ve arz hazinelerinden görünürdeki gıdâyı; ve hakikatler- ruhlar gökleri ile nefisler ve bedenler arzı hazînelerinden de rûhânî gıdâyı dereceli olarak indirdi.” (aynı e.-III, s. 89-90)

‘O yapacağından mes’ûl olmaz, fakat onlar mes’ûl olurlar.’(Enbiyâ, 21/23) âyet-i kerîmesi mûcibince Hakk’a, ‘Niçin onların taleblerini kabul edip yerine getirdin?’ diye suâl olunmaz. Zîrâ Yed-i Feyyâz’da (feyz veren el) aslâ buhl(cimrilik) yoktur; kim ne isterse onu verir. Bu hususta ancak tâlibler mes’ûldür. Ve sâbit hakîkatlerin isti’dâdına vâkıf olma, perdeliler ve Celâl için âhiret yurduna mahsûstur. Fakat âhiret neş’eti(rûhun bedenden ayrılması) üzerine olan ma’rifet ehli, dünya yurdunda da sâbit hakikatlerin ist’dâdına vâkıf olup işi müşahede ederler. O durumda perdelilerin ‘Bizim fiilimiz Hakk’ın takdiri iledir’ diyerek ileri sürdükleri delil, Hak Teâlâ hazretlerinin ‘Benim takdîrim kudretime, kudretim irâdeme, irâdem ilmime ve ilmim de sizin meydana çıkarılmamış olan ama (bana) ma’lûm isti’datlarınıza tâbidir’ diyerek ortaya koyduğu delil ile boşa çıkarılır. Ve delil Hak için sâbit olur. Eğer sen diyecek olursan ki, ‘şu halde Hakk’ın ‘Eğer Hakk’ın irâdesi taalluk ede idi (ilişeydi), hepinize hidâyet ederdi(En’âm, 6/149) kavlinin(sözünün) ne faydası vardır?’ Biz cevâben deriz ki, söz konusu âyet-i kerîmenin yüce ma’nâsı ‘Eğer küllün(küll: bütün, tümel) hidâyetine irâdesi ilişeydi, hidâyet eder idi. Velâkin hidâyet için küllün isti’dad yokluğuna ilminden ötürü hepsine hidâyet etmedi. Böylece hidâyetin imkânsızlığından dolayı, imkânsızlık şartına işaret eden ‘eğer’ irâdeye dâhil oldu.” (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II, s. 63)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked