“Hakikatte cezb eden birdir fakat çok görünür.”
Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eseri Türkçe Tercüme ve Şerhi olarak (tercüme ve şerh: Ahmed Avni Konuk) yayınlanmış (hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı – Dr. Selçuk Eraydın) bulunmaktadır (İFAV, Yedinci Baskı, 2017) Bu eserin II. Cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
” ‘Vücûd’un pekçok mertebesi olmakla beraber, umûmiyetle beş veya yedi mertebe olarak anlatıldığını görüyoruz.
- Ahadiyet / lâ taayyün mertebesi : Bu mertebe varlığın ‘ıtlâk’ mertebesi olup, varlık bu mertebede her türlü sıfat, isim ve fiilden münezzeh ve her kayıttan, hattâ ‘ıtlâk’ kaydından bile uzaktır. Bu mertebe Hakk’ın ‘künh’ü ve ‘Zât’ı olup, bu mertebenin üzerinde başka bir mertebe yoktur. Her çeşit zuhûr, tecellî ve taayyünden (belirmeden) münezzeh, mukaddes ve berî (uzak) olduğundan ‘lâ-taayyün’ yani ‘taayyünsüzlük’ (belirmesizlik) mertebesi adı verilmiştir. Bu mertebe hakkında bilgi edinilmesi veyâ bu mertebenin bilinmesi imkânsızdır. Onun için de ‘gaybu’l-guyûb’ (gayblerin gaybi) ve ‘hüviyet gaybi’ gibi bilinmezliğini anlatan birtakım terimlerle adlandırılmıştır. Daha aşağıdaki zuhûr, tecellî ve taayyün mertebeleri burada ‘bilinmezlik’ içindedir. Sâdece ‘Zât’, sırf zât, ‘sırf varlık’ ve ‘sonsuz varlık’ söz konusudur. (…) “Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmeyiniz!” hadîsinde kasdedilen mertebenin bu olduğu söylenir. Kadîm ve ezelîdir. “Allah vardır, O’nunla beraber hiçbir şey yoktur” hadîs-i şerîfi ve “Allah âlemlerden ganîdir” (Ankebût, 29/6) âyet-i kerîmesi de bu mertebeye işaret etmektedir. Bu mertebede Zât, ezelen ve ebeden, aynı hâl üzeredir. “El-ân kemâ kân” (O olduğu hâl üzeredir) cümlesi şu demektir: Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, bütün varlıklar “Kendi”nden zuhûr etmeden önce nasıl “âlemlerden ganî ve müstağnî” ise, zuhûrundan sonra da böyledir. Bu mertebede zuhûr ve taayyün veya herhangi bir maddî veya mânevî bir âlem mevcut olmadığı, Hakk’ın Zât’ından başka bir şey bulunmadığı için ‘gayr’ ve ‘gayriyet’ten söz edilemez. (…)
- İlk taayyün, muhammedî hakikat ve vahdet mertebesi : Zât’ın irâdî olarak değil, zâtının gereği olarak tenezzül ve tecellî ettiği (indiği ve tecellî ettiği) ilk mertebe olduğundan ‘ilk taayyün’ adı verilmiştir. Zât bu mertebede kendisindeki sıfât ve isimleri toplu olarak bilir. Bu mertebede sıfatlar Zât’ının aynı olduğundan, bu ilim Zât’ın kendi zâtını bilmesinden ibârettir. Zât bu mertebede bütün isimleri kendinde toplayan ‘toplayıcı isim’ ile, yani “Allah” ismi ile isimlendirilir. Bundan dolayı ‘ilk taayyün’e “ulûhiyet” mertebesi de denilir. (…) Bu mertebede Allah, bütün sıfât ve isimlerin, eserleri kendisinden zâhir olsun veyâ olmasın, “Allah” toplayıcı (câmi) ismi ile isimlendirilir. Ankebût, 29/6 âyet-i kerîmesi bir önceki mertebeye işaret ettiği gibi, bu mertebeye de işaret eder. Bu mertebede sıfât ve isimler topluca bulundukları Zât’ın gayrı olmadıkları için ‘ayniyet’ söz konusudur. Ayrıca, bu mertebe Hak’tan gayrı varlıkların kaynağı olduğuna göre, bütün çokluk âlemi, ağyâr ve mâsivâ bu mertebede Hakk’ın aynıdır. hayır olarak hâriçte bir zuhûr olmadığı için ‘gayriyet’ var değildir.
- İkinci taayyün: Zât, varlığın ‘ilk taayyün’ü mertebesinde bütün sıfat ve isimlerini mücmel (toplu) olarak bildiği hâlde, bu ikinci taayyün mertebesinde sıfat ve isimlerinin gereği olan bütün tümel ve tikel manâların sûretlerini birbirinden ayrılmış olarak bilir. Kevnî (oluşla ilgili) varlıkların ‘hakikat’leri demek olan bu ilmî sûretler, gerek kendi zâtlarının ve gerekse kendilerine benzer diğer sûretlerin aslâ şuûrunda değildirler. Bu sûretlerin bu mertebedeki varlıkları vücûdî (varlıksal) olmayıp ‘sübûtî’dir. Onların bu ‘sübûtî’ varlıkları ve birbirinden farklılıkları ilmîdir. Kendileri de ilmî sûretlerden ibârettir. İşte bu ‘ilmî sûretler’ kesret (çokluk) âlemindeki varlıkların îcâd edilmesine ‘illet’, yani sebep olurlar. ‘İlmî sûretler’in varlıklarının sebep ve illeti ise, bütün sıfât ve isimleri câmi (toplayıcı) olan Allah’dır. A. Avni bey burada akıl ve mantık kaidesine zıt bir durumun mevcut olduğuna dikkati çekmekte ve tecellî yolu ile elde edilen ilmin aklın hükmünü feshettiğini söylemektedir. Bu ikinci taayyün mertebesinde görünür olan ‘ilmî sûretler’e ”a’yân-ı sâbite” (sâbit hakikatler) adı verilmiştir. Hakk’ın varlığında “ilmî sûretler”den ibâret olduğu ve sadece ‘sübût’ ile nitelendiği için “sâbit hakikatler”in hâriçte ‘varlığı’ yoktur. “A’yân varlık kokusu koklamamıştır” sözü bu anlamda söylenmiştir. İçinde bulunduğumuz çokluk âlemindeki varlıkların ‘ikinci kökeni’ bu mertebedir. Şehâdet âleminde görünür olan sûretler bu “ilmî sûretler”in, yani “sâbit hakikatler”in yansıma ve gölgelerinden ibârettir. Bunlar fizik âlemdeki varlıkların herbirinin “hakikatler”i ve onları terbiye eden “hâs Rabb”leridir. Onun için bu mertebeye “rubûbiyet” (Rabbe mensupluk) mertebesi de denilmiştir. Dolayısıyla bu “ilmî sûretler” ile Hak arasında “ayniyet” (bir şeyin aslı gibi) mevcuttur. Fakat bu sûretler birbirinden farklı oldukları, bir sûret diğerinin gayrı olduğundan aralarında “gayrıyet” söz konusudur.
- Ruhlar mertebesi: Varlık ilk ve ikinci belirme mertebelerinden sonra, ikinci belirme mertebesindeki “ilmî sûretler”e göre “ruhlar mertebesine iner. “İlmî sûretler bu mertebede birer “basit cevher” olarak görünür olurlar. (…) İnsanın duyularıyla bu âlemi idrâk etmesi mümkün değildir. (…) “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A’râf, 7/12) âyet-i kerîmesi bu mertebeye işaret eder. İşte bu mertebe Hakk’ın ayrılık ve gayrılıktan bir nevi üzere zuhûrundan ibârettir ki, “gayriyet”in ilk zâhir olduğu mertebedir. (…) Bu mertebede başlayan ayrılık ve gayrılık, daha aşağı mertebelerde daha belirgin olarak görünecektir.
- Misâl âlemi: Bu mertebe ‘varlık’ın hâriçte bir takım latîf sûret ve şekillerle zuhûrundan ibarettir. Bu sûretler cüzlere ayrılamaz, bölünemez, yarılamaz ve bitiştirilemezler. Cisimler âleminde görünür olacak herbir ferdin sûretine benzer bir sûretin bu âlemde teşekkülünden dolayı, bu mertebeye “misâl âlemi” denilmiştir. İnsandaki ‘hayal gücü’ bu mertebeyi idrâk ettiğinden “hayâl âlemi” adı da verilmiştir. (…)
- Şehâdet mertebesi: “Vücûd”un hariçte cisim ve madde sûretleriylezuhûr ettiği kesâfet mertebesidir. Bu âlemdeki sûretler cüzlere ayrılabilir, bölünebilir ve bitiştirilebilirler. Mutasavvıflara göre bu âlemdeki her şey “rûh sâhibi”dir. Zîrâ “sâbit hakikatler” âleminde herbirinin bir “hakikat”i, olup, “ruhlar” âlemi mertebesinden inerek görünür olmuştur. (…) İlâhî isimlerin, bütün isimleri toplayıcı olan “Allah” ismi ile bir irtibâtı vardır. Bütün isimler bu “Allah” ismine delîl olmakta ortaktır. Şehâdet âlemine “kevn ve fesâd” (oluş ve bozuluş) âlemi de denir. Bu mertebede “gayriyet” âşikârdır. Onun için cisimler âlemine “mâsivallah”, “gayrullah”, “sivâ” (Allah’tan başka şeyler, Allah’ın gayrı) gibi isimler de verilmiştir. Bu mertebeye göre kul kuldur; Mevlâ Mevlâdır; mahlûk mahlûktur.
- İnsân-ı kâmil: Kesîf olan şehâdet mertebesi ilâhî sıfat ve isimlerin bütün hüküm ve eserlerinin zuhûruna uygun olmakla beraber, kemâliyle zuhûr ve tecellî ancak “insan”da vuku bulmuştur; kemâliyle zuhûr ve tecellî “insan”da gerçekleşmiştir ki, bu da “kâmil insân”dır.”
No Comments